tumblr counter
Bir Cevap: Biyolojik Feminizm | <a href="http://canbaskent.net">Can Başkent</a>

Can Başkent

logic and the rest...

BİR CEVAP: BİYOLOJİK FEMİNİZM

CAN BAŞKENT

Aralık ayında Mesele’de “Biyolojik Feminizm” (BF olarak kısaltalım) başlıklı bir yazı yayınladım ve akabinde hiç ummadığım tepkiler aldım. Yazıma ve polemiğine ve de Mesele’nin Ocak sayısında yayınlanan atalay göçer’in eleştirisine aşina olmayan okurlar için kısa bir özet sunayım. Geçtiğimiz bir iki sene içinde İstanbul’da, Ankara’da ve İspanya’da anarşizm ve cinsellik üzerine düşündüklerimi anlattığım bir kaç söyleşi düzenlendi. Daha sonra da, bu söyleşilerden öğrendiklerimi derleyip toparlayarak, bir iki yazı yazdım: “Anarşistin Yatağı”, “Bir Cinsel Yönelim Olarak Obsesyon”, “Biyolojik Feminizm” ve öncesindeki “Güzeli Sevmemek”. Bu yazıların ikisi Mesele’de yayınlandı. Dostlar aktardılar ki bu yazılarım nedense hiç sevilmemiş, göçer’in dile getirdiğinden bile daha nezaketsiz eleştirilere maruz kalmış. Daha da yakından baktığımda gördüğüm tek şey, göçer dahil olmak üzere bütün eleştirmenlerin, yazdıklarımı bütün olarak değil de, bağlamdan kopararak aldıkları bir iki cümle üzerinden, tuhaf bir tümevarımla eleştirmeleri oldu. Dahası, politik mecra dahilinde düşünürseniz tüm bu yaklaşımların en ahlaksız tavrı da beni dışlamaya gayret edilmesi oldu. Bir savunma verme çabasında değilim, yalnızca daha önceki yazılarda dilimin dönmediği yerleri farklı bir şekilde izah etmeye çalışacağım.

Hemen, göçer’in ve diğerlerinin işini kolaylaştırayım. Değindiğim yazılarımda, defalarca bir ahlakçı olduğuma değindim, Kant’ı yücelttim, obsesif seksüelliğin (evey-sevicilik olarak adlandırmıştım) muazzam bir kavramsallaştırma olduğunu savundum, kıskançlığın hakkaniyet ve adalet temelli gayet normal bir insan tepkisi olduğunu ima ettim, kategorik cinsel kimliklerin eksik olduğunu öne sürdüm, istatistiki olarak kadınların matematikte iyi olmadığını savunan bilimsel araştırmalara şaşkınlıkla ama önyargısız yaklaştım, sosyal bilimlerde matematiksel bir kesinlik arayan bir araştırma ekolünden geldiğimi satır aralarına aleni bir şekilde yedirdim ve üstüne üstlük kendime, anti-otoriter az gelir, anarşist dedim. Bunlar üzerine misojen, anti-feminist, sahte anti-otoriter, şişkin bir erkeksi ego sahibi ve kuram geliştirmekte yetersiz bulundum. Sıraladıklarım yanında kimi sosyal tepkiler de aldım. Dahası, Amargi Kadın Akademisi’nde haftalar önce ayarladığımız söyleşi de gelen tepkiler üzerine iptal edildi ve elde olmayan kimi başka nedenler de belirince İstanbul turnemi iptal ettim.

Bu yazıda, verimsiz polemiğin daha da uzayıp uzamaması kaygılarını bir kenera bırakarak, çok kısa yanıtlar vereceğim kimi eleştirilere. Hemen tekrarlayayım, “Biyolojik Feminizm” makalesinin tüm dilsel kurgusu, egemen dilinkidir. Bu çok açık, zira sözü edilen yazının tek kaygısı, çok naif bir jargonla anlatayım, deplasmanda oynamaktır. Yazının iddiası da şudur: bana egemen dili verseniz dahi, dilden bağımsız kimi kavramları kullanarak feminizme dair kimi çıkarsamalarda bulunabilirim. Dolayısıyla, zannediyorum benim de çok açık etmememden kaynaklı bir şekilde pek anlaşılamamış, yazıda kullandığım “mantıklı”, “rasyonel”, “zayıf” gibi rahatsız edici tüm sıfatlar tabii ki egemen dilin, egemen semantiğinde ve egemen hermiyotiğindeki şekliyle kullanılmıştır. Bunun arka planı tuhaf bir antropoliji aslında. Egemen dilin neye dayanarak geliştiğini merak ediyorum ve klişe diyalektik yanıtlar artık tatmin edicilikten uzak. Neden egemen dil bu şekide gelişmiş de şu şekilde gelişmemiş, sorusunu heyecan verici buluyorum. Bununla beraber, hatta yazıda bangır bangır söylüyorum, tekrarlayayım, BF’de egemen görüşün yansıması olan popüler tezleri de ciddiye alıyorum ve oldukça önemsiyorum. Bunun politik bir gereklilik olduğunu öne sürüyorum. Zira, toplumsal değişim arayan her mücadelenin hedef kitlesi, bu popüler argümanları iradi ya da gayrıiradi şekilde benimsemiş yığınlardır. Politik olarak tamamıyla yanlış olsa dahi kapitalist toplumun popüler argümanlarını tu-kaka diyerek kimi evrensel ilkelerle tümdengelim vasıtasıyla dışlamak bence kolaycılıktır. Ne kadar sıkıcı ve ne kadar itici de olsa, düzgün bir şekilde desteklenmiş her iddianın ciddiye alınmasını savunuyorum.

Dikkatli okuyanlar fark etmiştir, BF ne bir fen yazısı ne de bir sosyal bilimler yazısı olmayı becerebiliyor. Zira böyle bir kaygısı yok. Ne bilimi kör bir şekilde dışlıyor, ne de bilimin en nihayetinde bir insan etkinliği olduğunu ve bu insan etkinliğinin egemen düşünceleri dönem dönem yansıttığını göz ardı ediyor. Fakat, BF’nin tavrı kadınların ezilmesinin sosyal boyutlarına değil, bu seferlik, sosyal olmayan biyolojik boyutlarına değinmek. Böyle nedenlerin var olduğunu nasıl varsayıyorum diye sorarsanız, yanıtım açık. Ciddiye alınabilecek bir eser dahi yazıldıysa bu meselede, bizim bunu yok sayma lüksümüz yoktur eğer ciddiye alınmak istiyorsak.

Ayrımsanmıştır belki, küstahlığımı bu yazıda, küçük İskender’den ödünç almıştım. Şairin, yıllar önce bir beyanatında geçen “beni, ezenlerin niye ezdiği değil, ezilenlerin neden kendilerini ezdirdiği ilgilendiriyor” fikrinin arkasındaki tuhaf ama gerçekçi zihinsel bir hal ile yazdım BF’yi.

göçer ve diğerlerinin benim biyolojik ve heteroseksüel bir erkek olmamın günahlarımı artırdığını ima etmelerinin ve bu minvalde beni sadece kullandığım dil üzerinden yargılamaya yeltenmelerinin iki trajik sonucu var. Birincisi, yazının semiotiğine ne kadar uzak olduklarını gösteriyor bu, ikincisi beni anti-otoriterlikle suçlarken, kendileri yargıç kesilip, savunmamı dahi almadan beni yargılayıp dışlayarak kendilerini “otoriterlik” sözcüğünün ansiklopedik tanımına örneksel vaka kılıyorlar. Ben, bu tuhaf dışlama stratejilerinin politik ahlakta yeri olmaması gerektiğini düşünüyorum. Daha açık söyleyeyim: “beni bile dışlarsan, kimi kazanabileceğini düşünüyorsun?”

göçer’in haklı olduğu bir iki nokta var. Kendisinin dediği gibi, ihtiyatsızım. Benim kendi jargonumda bu, küçük bir hüsnü talil ile acelecik olarak adlandırılsa da, sarsıcı olmasından başka bir niyet gütmediğim kimi cümlelerin kalp kırıcı olabilmesini pek önemsemiyorum. Bunu elbette, göçer’in sunduğu psikoanalizmimde değindiği gibi, benim “şişkin erkeksi egoma” da yorabilirsiniz. Ancak, doğruya doğru, bebeği ağlatmadan ona aşı yapamazsınız, kimi kalpleri azıcık incitmeden kendi politikanızı ortaya koyamazsınız. Yalnız, çok dikkat ettiğim nokta bunu dostça yapmaktı, naifçe, dost acı söyler tavrını takınmaya çalıştım. Benzer bir algoritmayı antimilitarist harekette çok kullandık. Sosyal hayatta, eş dost akraba olarak ilişkilerimizin olduğu subaylara ya da zorunlu askerlere karşı, bir antimilitarist olarak, tavrımız ne olmalı? Bu sorunun yanıtı politik mücadelenin tavrını net bir şekilde göstermektedir bana kalırsa.

Çok uzattım, göçer, BF’de tercüme ettiğim argümanlara pek saldırmamış. Şimdi de ben kendisinin dile getirdiği kimi argümanları kısa kısa yanıtlayayım.

1. Egemen bilimsel düşünceyi körü körüne kabul ettiğimi iddia etmek tuhaf. Yukarıda da değindim, bu iddiaları ciddiye alıp, bu koşullar altında dahi kimi çıkarsamalarda bulunabileceğimi iddia ediyorum. Garip olan şu: egemen olmayan dil, kendini egemen dil olmadan tanımlayamaz zira malum olduğu üzere negativist bir dildir ve bir hareket noktasına (referent) ihtiyaç duymaktadır çoğu zaman. Yukarıda uzun uzun değindim, kimi gerçeklerin dilden bağımsız olduğuna inanıyorum, dolayısıyla egemen dile “tabi olmak” ve deplasmanda oynamak dahi, yazımda anmış olduğum hususların belirmesini engellemeyecek. Kaldı ki, bilmeyen kaldı mı, “egemen dil” argümanı, her karşı-argümanda kolaylıkla kullanılabilecek joker argümanlardan biridir ve artık inanın orijinalliğini yitirdi. Wittgenstein’in “language game”ini (dil oyunları) ve Searle’in “speech act”lerini (sözsel edim), kendi adıma, bu konuda daha ufuk açıcı buluyorum.

2. göçer’in yazısı, kendimle yüzleşmemi sağlamadı. göçer bunun nedeninin “şişkin erkeksi egom” olduğunu düşünüyor. Hani kişisel bir sidik yarışına dönüşmesin iş, bu argümanı es geçeyim izin verirseniz.

3. BF’de yer yer değindiğim iki kitabı seçmemin tek nedeni ucuz provokasyon değil elbette. Sıklıkla atıfta bulunduğum kitaplardan biri popüler bir best-seller; LeVay ise, politik cenahta kimsenin sevmediği tuhaf bir araştırmacı. Amacım, ki orijinal yazıda değindim, popüler iddiaları ciddiye almaktı, dolayısıyla New York Times bestseller listesine girmiş popüler bir yazar seçtim. Dahası, ben ne bir LeVay’cıyım, aklımı peynir ekmekle yemedim daha, ne de LeVay’ın göçer’in atfettiği tezlerini savundum. Nasıl Heidegger felsefesini düşününce Nazi olmuyorsam, LeVay’i okumak ve kimi yerde ciddiye almak beni heteroseksist yapmaz.

4. Kadınları 20. yüzyıla dek doğru dürüst içine katmayan ve iktisadi eşitsizliklerin gelişimiyle paralel büyüyen kültürel bir elitizmi, tamam ben de bunun kısmen bir parçasıyım, savunduğum bir satırım yok. Ancak, ne derseniz deyin, kimi bilimsel sonuçları ciddiye alıyorum. Matematikçi Cauchy dünyanın en acımasız insanlarından biriydi, Matematikçi Hilbert’in egosu benim “erkeksi şişkin egomdan” bile büyüktü, Heidegger Nazi destekçisiydi. Ancak ben gene Cauchy serilerinde ya da Hilbert’in cebirsel geometrisinde ya da bu bilimsel etkinliğin genel manada yapılışında cinsiyetçi bir yan göremiyorum. Tüm bunların ışığında, BF’de değindiğim araştırmaları, hala sadece sosyal ve harici faktörlere ve erkek egemen bilim dünyasına yoruyorsanız, atladığınız bir şey vardır. Elbette, kapitalizmin şakşakcısı batı bilminin feminist epistemolojiye kucak açmasını şu aşamada bekliyor değiliz. Ancak, örneğin, Stanford Üniversitesi fizik bölümündeki ve MIT matematik bölümündeki kadın profesör oranlarının sırasıyla %13 ve %7 olmalarının tek nedeninin sosyolojik ve çevresel nedenler olduğuna inanmak bana zor geliyor, zira bu her şeyden önce bu profesörlere acınası bir hakarettir. Durun durun, elbette ben de tek nedenin nörolojik farklılıklar olduğunu iddia etmiyorum. Ancak, çok ciddi bir şekilde, bunun nedenini öğrenmek istiyorum ve bilişsel (cognitive) bilimlerin ışık hızıyla ilerlediği bu devirde bana hala kalkıp sosyoloji nutukları çektiklerinde tek şey aklıma geliyor: ben zaten sosyolojik nedenleri dışlamıyorum, yalnızca sosyolojik olmayan nedenleri merak ediyorum. Üzgünüm, bunu daha da nasıl basitçe anlatabilirim, bilmiyorum.

5. BF’de ortaya attığım “biyolojik feminizm” nosyonunu tanımlamaktan bilhassa imtina etmekle beraber (zira göçer’in aksine, kendi yarattığım bu kavramın tanımını ben de henüz bilmiyorum) bunun bir oksimoron olmadığını öteledim. Bunun basit bir nedeni var. Kuramsal argümanlarınız, basit ve yalın bilimsel araştırmalar tarafından yanlışlanıyorsa ciddi anlamda revize edilmelidir. Yazıda değinmedim detaylıca ama, beni hala şaşırtan araştırmaların birinde, bebeklerin ve küçük çocukların üç boyutlu düşünme kabiliyetleri ölçülüyor ve bu deney kültürlerden bağımsız olması için türlü türlü ülkede aynı şekilde tekrarlanıyordu. Dahası deneklerin çok küçük yaştaki çocuklar olması, denekler üzerindeki sosyal baskı ve sosyal kurgunun noksan ya da noksana yakın olduğunu gösteriyordu, zira bu bebekler henüz Öklidyen erkek geometrisinin çarklarından geçmemişlerdi. Buna rağmen deneylerde kız çocukların üç boyutlu düşünme yetisinin erkeklerinkinden anlamlı derecede düşük olmasının nedenlerini, tüm samimiyetimle söylüyorum, çok merak ediyorum. Bu ve benzeri deneylerin kuruluşu (experimental setting) beni tatmin ediyor, deneyde kullanılan manyetik görüntülemeye dayalı kantatif ölçümler bana manalı geliyor ve ima edilen istisnaların istatistiki açıdan yüzdesinin de cidden düşük olması da çok garip değil. Ancak bu gözlemleri politikayla birleştirmekte zorlanıyorum. atalay göçer değilim, her çelişkiyi sosyal veya dışsal faktörlere yorarak kolaya kaçmıyorum. Kaldı ki, hiç bir politik çıkarsama yapmıyorum, eğer içkin bir farklılık varsa, nasıl bir tepki ya da yanıt geliştirmeliyiz diye düşünüyorum yüksek sesle.

6. Deleuze’den seçilen kısa alıntının beni nasıl yanlışladığını anlayamadım. Post-Kantçı ahlakıma Spinoza üzerinden saldırılmasını çözemedim, ama, burada ben de bir öneride bulunayım. Deleuze’ün Kant dersleri ve Kant’ın Prolegomena’sı tahminimce atalay göçer’e bana saldırması için fersah fersah daha fazla tez sağlayacaktır.

7. Kısaca değinmek isterim. Tüm bu tartışmalar aslında, biyolojik ya da evrimsel noktalar üzerinden “nature vs nurture” (doğa mı beslenme mi / içsel nedenler mi dışsal nedenler mi) zeminine kayıyor. Ben ilk defa BF yazısında, “nature” (doğa) cenahında top koşturmaya çalıştım ve bu deplasmanın o kadar da kolay olmadığını gördüm. Öte yandan, aldığım eleştirilerin çoğunun da bu mecrada, yani tabiatçı bir kabullenmişlik tınısına sahip olması beni şaşırttı: göçer’in andığı örnek, kadınların adet döngüsü nedeniyle döngüsel, erkeklerinde çizgisel ve değişmez bir zihin yapısına sahip olmasıydı.

8. Bence göçer’in eleştirisinin, anlayabildiğim en önemli noktası sakatlara dair sunduğu yorum. Sakatların yaşam düzeyini düşüren sosyal mekan düzenlemelerini eleştirmek elbette zerre kadar vicdanı ve ahlakı olan her bireyin vazifesidir, bunları tekrarlamayayım. Ancak, öyle ya da böyle, bence kimi insanlar çirkindir. Evrensel bir çirkin tanımı ortaya koymuyorum, kaldı ki çirkinlik kötüdür, ahlaksızdır ya da yanlıştır da, daha neler, demiyorum. Sadece her bireyin, kendi cinsel yönelim kümesi dahilinde cinsel manada ilgi duymadığı bireyler vardır. Ayrıca bu bireylere kimi zaman hiç ama hiç ilgi duymamaktadır ve bazan da oldukça negatif yaklaşabilmektedir, buna da halk dilinde çirkin deniyor. Bunu tamamıyla olağan buluyorum, neresinde ötekileştirme olduğunu da göremiyorum. Defalarca tekrarladım, cinsel ilginin tek kıstasının sosyal kriterler olduğunu düşünmüyorum. Herhangi bir kantatif analiz yapmıyorum, ama, cinsel ilginin önemli motivasyonlarından birinin, cismani ya da hayali, fiziksel görünüş olduğunu tekrarlıyorum. Bu çoğu zaman ideolojileden bağımsızdır. Evrimsel olarak yüzlerce kanıt sunmak mümkün, zaman harcamalayım. Ancak, çiftleşme sürecindeki bu içkin adaletsizlik, bir uygulamalı etik konusu olarak benim ilgimi çok çekiyor. Hemen hemen diğer tüm ezilme şekillerini (iktisadi, politik vs) düzeltebileceğimiz bir dünya hayal edebiliyoruz. Ama, çirkinler söz konusu olunca, ütopyalarımız sarsılıyor. Bu hususa dair, argümanı olumlayan ve olumsuzlayan sayısız gözlemi internet çöpçatan sitelerinde bulmak mümkün. Dolayısıyla, bu konuya dair adil ve özgürlükçü bir çözüm önerisi getirmek istiyorum. Esmeralda ve Quasimodo teşbihi de sadece budur. göçer’in kastettiği gibi, güzel bir kadın nasıl çirkin bir erkeğe aşık olur demek istemiyorum. Neden kendi kuyumu kazayım, aksi takdirde kimse beni sevmezdi.

9. göçer’in yaptığı tuhaf tanımlardan benim burada değineceğim tek husus, kendisinin “feminizmin, kadınlık deneyimini temel aldığını” iddia etmesidir. Bunun bir dil sürçmesi olduğunu varsaymak istiyorum, zira aksi takdirde bu faşizan bir cinsiyetçiliktir. Kadınlık deneyimim olmadığı için beni ve tüm erkekleri feminizmden dışlar. Kaldı ki bunla birlikte beyazları, siyah özgürlük hareketinden, heteroseksüelleri GLBT hareketinden vs dışlar. Umuyorum ki bu özcü anlayış, politikaya daha da yayılmadan gerekli eleştiriyi alır.

10. Daha önceki bir makalemde (Bir Cinsel Yönelim Olarak Obsesyon) geliştirdiğim ve savunduğum evey-sevicilik’i bir çok ortamda ve yazıda defalarca açıkladım, burada zamanınızı daha da almayayım. göçer’in eleştirilerini bu minvalde çürütmek kolay. Değindiğim yazıyı sadece okumak buna yetecektir.

11. Bir ahlakçı olduğuma değindim. Ahlak felsefesinde son zamanlarda tekrar popüler olan kuvvetli yaklaşımlardan biri duygusal ahlakçılık. Bu zihniyet, ahlaki yargıları duygusal yapımıza ve hatta duygusal psikolojimize dayandıran relativist bir çözümlemedir. İşin tuhafı, taradığım bir çok inceleme ve derleme, feminizmi de bu kategoriye katmaktadır. Bir analitik felsefeci ve matematikçi olarak bu beni rahatsız ediyor. Andığım tüm makalelerim ve BF bu rahatsızlığı haykırıyor. Feminizmi analitik ve hatta matematiksel olarak neden manifeste edemiyoruz?

Hakaretamiz ve dostça olmayan eleştirileri ciddiye almıyordum. Ama şunu gördüm; bu toprakların havasından mı suyundan mı emin değilim, küfretmeden konuşamıyoruz ve üstüne üstlük bunu kendimize hak görüyoruz. Gelen eleştirilerin çoğu böyle olunca ben de mecburen tribüne oynamak zorunda kaldım ve bu eleştirilerden birini yanıtlamaya gayret ettim. Hatırlarsınız, BF’yi bitirirken kendimi tutamamıştım ve “aksi takdirde, feminizm gelecekte, sınıfsal temelini şaşırmış, yavan bir küçük burjuva hayali olarak anılacaktır.” demiştim. Şimdi görüyorum ki göçer ve diğerlerinin geleceği beklemesi gerekmiyor. Zira, kendi feminist imparatorluklarında (ya da imparatoriçeliklerinde), giriş bileti kestiklerini yandaş kabul edip, beğenmediklerini dışlamaktalar. Dahası bu şekilde toplumsal dönüşüm yaratmaya gayret ediyorlar. Bu topraklarda toplumsal politika mücadelelerinde elde edilen tüm deneyimlerin her yirmi senede bir “resetlenmesinin” ve başa sarılmasının nedeni nedir, bilmiyorum. Ama gene de şu aklımdan geçiyor sürekli: velev ki, hakkımda dile getirilen iddiaların hepsi doğru, beni böyle mi kazanacaksınız?