Web Analytics
Onbeşinci Yılında “Genç Bir İşadamına” | Can Başkent

Can Başkent

ONBEŞİNCİ YILINDA "GENÇ BİR İŞADAMINA"

CAN BAŞKENT

0. Giriş

“Genç Bir İşadamına”nın Türkiye’de 1980 sonrası yayınlanan en önemli düşünce yapıtlarından biri olduğunu düşünüyorum. Bu yazıda, kitabın yayınlanmasının onbeşinci yıldönümüne binaen, GBİ’nin fikri çerçevesini, seçtiğim bir iki konuya yoğunlaşarak ve de yer yer kendi subjektif filtremden geçirdiğim alıntılarla süsleyerek anlatmaya çalışacağım.

Kitaba dair ilk gözlem, şüphesiz, kimi temel felsefi argümanların metnin bütününe ustaca ve akıllıca yedirilmiş olmasıdır. “Giritli Paradoks”undan tutun da, erdem ahlakının bilindik açmazlarına kadar bir çok temel tez, kitapta yerini, Yılmaz’ın düşünce penceresindeki perdelere yansıdığı kadarıyla bulur.

“Genç Bir İşadamına”, Mart 1996’da ilk baskını yaptıktan sonra mahkeme kararıyla sansürlenir ve yayıncısının “işadamı” başarısı sayesinde karar temyizde bozulur. Bu, kitabın medyatikleşmesine ve elbette popülerleşmesini sağlar. GBİ’yi takip eden “Şeytanın Fısıldadıkları” ise Mayıs 1999’da çıkar, ilk kitabın yarattığı sükseye pek de ulaşamaz. İlk kitap 26 baskı yapmışken, ikincisi 14 baskı yapmıştır.

1. Yalan

Yalanın bir sosyal fenomen olmasının, Aristocu erdemlilik ahlakından tutun da Kantçı tümel ahlaka kadar bir çok ekol tarafından dışlanmasının altında temel bir paradoks yatar: Giritli Paradoksu. “Ben yalancıyım” diyen adamın yarattığı ikilem, Eski Yunan’dan tutun da, 1930‘ların efsanevi dahi mantıkçısı Gödel’e kadar bir çok düşünürü, filozofu, mantıkçıyı ve matematikçiyi meşgul etmiştir.

Emre Yılmaz’ın bu konuyu ele aldığı bölümce “En büyük hile dürüstlüktür” sloganıyla başlıyor. Açıktır, bu önerme de Giritli Paradoksunun türevlerinden biridir. Eğer dürüstlük en büyük hileyse, yazarın, bu hileye başvurduğunu dahi işbu hilenin kendisine biat ederek ifade etmemesi ve dolayısıyla kendisini hileci olarak konumlandırmaması gerekirdi. Yok eğer, zaten kendisi hileciyse, zaten dürüst olamayacaktır. Eğer, hileci de değilse, zaten dürüst de olamayacaktır. Her iki koşulda da benzer bir açmaza itilmekteyiz.

Ancak, Yılmaz burada durmuyor. İşadamına, yani kapitalist toplumun gönüllü ve hevesli iştirakçılarına öğüdünü veriyor: “En büyük yalanını ‘Ne kadar doğru konuşuyor, ne kadar dürüst ve açık bir adam’ dedikleri zaman söylemelisin”. Bu nokta, okurun tökezlemesine neden olduğu ilk nokta belki de. Madem kapitalist toplumu beslemekte ve desteklemektesin, neden kazancını maksimize etmeyesin? Modern iktisat kuramının, rasyonellikle kast ettiği, ta von Neumann ve Nash’ten beri, Aumann’la perçinlenerek hatta, budur. Rasyonel insan, bilinçi olarak bu oyuna girmekle kalmaz, her an, her stratejide ve manevrada ve her hamlede kazancını maksimize etmeye çalışır. Elbette bunun için yapılması gerekenlerden biri, en beklenmedik anda, “yalan” jokerini oynamaktır. Aksi takdirde zaten inandırıcı olamazsınız ve stratejiniz işlemez. Yazar da bunu belirtir, kapitalizme gönüllü katılmak sadece meslekle, kariyerle sınırlı değildir: “İşadamlığı bir meslek değildir. Bir tavırdır. Şahsiyettir”. Öte yandan, yapılması gerekenler burada bitmez. İşadamı yalancılıktan değil “yalanına inanamaktan” korkmalıdır. Bu da, rol ile gerçek arasındaki, zaten flu olan bölgenin sıfırlanması anlamına gelmektedir.

Yalan, kendini aşkta da ifade eder. Sahte aşklar, yazara göre “işe yarayan aşklardır”, bitmeyen aşklardır. Bu sahtekarlık ihtimali, elbette işadamının, başladığı ilişkilerde “ilişkiden çıkma maliyetini” de göze alması gerektiğini ima eder. Öyle ya da böyle evlilik bitecektir ve işadamımızın bu ilişkiden çıkış maliyetini, işe başlarken düşünmesi gerekmektedir. Aldatmak sıradandır. Zira, yazara göre “sadakat konusunda katı prensipleri olanlar daha çok aldatılırlar ve bunu da hak ederler”. Bu minvalde, Yılmaz’ın nasihatı açıktır: “Karını seçerken, ‘bu benden nasıl boşanır?‘ sorusunu düşündüğün gibi, ‘bu beni nasıl aldatır?’ sorusunu da düşün. Gider sokaktan geçene mi verir (bu iyisi), yoksa en yakın arkadaşına mı verir? (bu kötüsü), yoksa senin gibi sadece yurt dışında mı yapar (bu en iyisi)”. İşadamlarının aşkının, kapitalist dünyada muhafazakar ahlaklarıyla yaşamaya çalışanlar dışında aslında, hemen hepimizin hayatlarından, inanmak istemesek de, birer örnek olduğunu yazar tekrar tekrar anlatır bize. Aşk bir oyunsa, birazdan değineceğiz, kimileri mızıkçılık yapacaktır.

2. Aşk

Yılmaz, seks ve aşk arasındaki ayrımı sertçe yüzümüze çarpar. Seks, cinsiyetçi toplumun da dikte ettiği gibi, kudrettir, şan şöhretin yamağıdır. Ruhunu satan işadamının “ruhunda geriye kalan” şeydir. Yazara göre, zira “Aşk bir hastalıktır. Geçici bir deliliktir.” Aşık olununca ne yapılacağı da açıktır: “Aşık olursan hemen düzüş. Olmadı sık sık düzüş. Yine de geçmediyse, gerçekten hastasın demektir.”

Yılmaz, aşkı kimi zaman şaşırtıcı parkurlara da taşıyor. Bir “ön-sevişme” olarak yorumladığı dayak atma ve dayak yemeyi, sayfalarca kutsadıktan sonra, işin erotik boyutunu, tutkulu bir de Sade okuması olarak sunuyor: “Bir kadına henüz tokat atmamışsan onu seviyorum deme, seni dövmeyen kadının da sevdiğine inanma”. Yılmaz’ın Ovid alıntıları eşliğinde “kancıklar” ve “Kapalıçarşı esnafı” teşbihleri arasında gidip gelen metaforlarla betimlediği flört, yazara göre neredeyse bir ticaret, bir alım-satım oyunudur.

İşin tuhafı, kimi biyoloji tandanslı düşünürlerin de hem fikir olduğu gibi, aşk ve benzeri tuhaf insan duygularını, evrimsel açıdan incelediğinizde, Yılmaz’ın ifade ettiklerinin çok da şaşırtıcı olmadığını görüyoruz. Flört oyunları, bu minvalde Yılmaz’ın kitabın birinci sayfasından beri altını çizdiği önemli bir açığımızı yüzümüze vuruyor: kapitalizm, Darwinci insan doğasına eşitlikçi felsefelerden daha uygundur.

Bunu açalım. Eşitlikçi ve/veya özgürlükçü düşüncüler, dışsaldır. Savundukları idealar, bizlerin Darwinci hayvanlığına pek uygun değildir. Elbette, bir çok araçtırmacı, Kropotkin de bunlardan biridir, bilimsel deney ve gözlemlerle evrimsel manada paylaşımcı ve eşitlikçi zihniyetin de önemli bir faktör olduğunu göstermeye çalışmaktadır. Kapitalizm de insanın bu “huyunun” doğrudan ve aleni sömürüsüdür. Sömüren de evrimsel itkileriyle davranan bir insandır, sömürülen de evrimsel bir “anlayışla” bu sömürüyü içselleştiren başka bir insan. Emre Yılmaz’ın düşünce çerçevesiyle ifade etmemiz gerekirse, insanları kendi hallerine bıraktığınızda, eşitlikçi ve adil bir toplum değil, yırtıcı ve vahşi bir toplum kuracaklardır - olan da budur. Sosyalizm ve/veya anarşizmi, dışsal bir müdahele yapan da tam bu noktadır.

Emre Yılmaz’ın değindiği de budur. Evrimsel manada, karşı cins tarafından seçilmek için türlü taklalar atan, dahası bu taklaları rasyonelleştirmek için türlü başka perendeler atan insanın davranışını algılamak için, sürdüregeldiği bu davranışı bir oyun olarak görmek kabul görmüş bir yaklaşımdır. Bu oyunda, taraflar içkin bir şekilde kuralları bilir. Karşı tarafın hamlelerini görür ve olması gerektiği gibi algılar. Kimi zaman oyunun kazananı, daha oyun başlamadan bellidir, ama oyun gene de oynanır. Yılmaz’a göre “Aşk, doğanın zar atıp dururken tesadüfen bulduğu ve insanlara pek uygun düşmüş bir kandırmacasıdır”.

Marks’ın en çok sorgulandığı ve eleştirildiği noktalardan biri de bu olmuştur. Toplumsal evrim, görünen o ki, bizi sosyalizme “kaçınılmaz” olarak götürmeyebilir. Kapitalizm, kendini yenileyip geliştirebilir ve kimi zaman sosyalist ve özgürlükçü fikirleri bertaraf edebilir. Bu, sadece oportünistlere değil, köktenci Marksçılara da yöneltilen eleştirilerdendir: determinizm (ya da tarihsel diyalektik), belki sizin determine ettiğiniz gibi işlemeyecektir.

Emre Yılmaz’ın içten içe sezdirdiğini düşündüğüm bu “hayvansı” insan davranışlarından çıkarabileceğimiz diğer bir ders de, Marksçılıkla beraber ahlakçılığı da yenilememiz, güncellememiz gerektiğidir. Ahlakçılığı, dinin uzantısı olan kurallar ve kısıtlamalar silsilesi olmaktan çıkarıp, oyunsal manada, hamlelerin ve oyunların kısa ve uzun vadede getirisinin, hem deontolojik hem de teleolojik manada çözümlenmeye çalışıldığı bir saha olarak yeniden kodlamanın önemli bir motivasyonudur, aşk gibi “tuhaf” insan davranışlarının bize öğrettikleri. Zira, Yılmaz’ın kendi sözleriyle “yatakta kadının iyisi orospu, erkeğin iyisi de sapık olur” - bu, yazara göre, ideal aşk oyunun terbiyesizce ifadesidir. Oyun, karmaşıktır, roller daha da karmaşıktır.

3. Ahlak

Çoğu okur, önyargılı yaklaşmıştır: böyle misojen, ağzı bozuk, “ahlaksız” bir kitabın ahlakı da nedir? (unutmayalım ki 90‘ların sonunda, memleketimizin mahkemeleri de aynı şekilde düşünmüş ve kitabı yasaklamıştır her ne kadar sonrasında da temyizde bu yasak bozulsa da)

Bu kitabın ahlakı dürüstlüktür. “Madem kapitalizme iştirak ediyoruz, bunu artık inkar etmeyelim. Tamam, belki kalplerimizde antikapitalistiz, ama günlük davranışlarımız, kariyer planlarımız ve hayallerimiz kapitalizmin birebir içinde var olmaktadır”. Yılmaz, bu çelişkinin varoluşsallığına, acilliğine ve önemine, sertçe dikkat çekiyor. Kitabın tonu açık ediyor elbette, kapitalizmin en önemli başarısı, varoluşçuluğu anımsayalım, katılımcılarının gönüllü iştirakıdır. Yazar bunu çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor: “Çalışmak, egemenlerin son on bin yıldır insanlığa dozu devamlı artan bir şekilde dayattıkları bir zordur. 19. yüzyıla kadar angarya ve kölelik gibi metodlarla baskıya dayanan yaptırımlar, 20. yüzyılda yerlerini teşviklere ve çok çalışmanın faziletlerini yücelten ahlaki propagandalara bıraktı. (...) Çalışmamak ayıp oldu. (...) Eskiden insanları zorla köle yapardık. Şimdi seve seve geliyorlar. Kapitalizmin en göz kamaştırıcı başarısı budur.” Bu alıntıdan da aşikar olduğu gibi, Yılmaz’ın yaklaşımı belki de en püriten ahlakçılıklardan biri. Açıklayayım. “Yalan” meselesinden söz ederken değindik. Yılmaz, dürüst bir ahlakçılık önererek, belki de bu topraklarda yüzyıllar önce yeşermis sufi geleneğe mütevazi bir selam vermekle yetinmiyor. Bunu, lafını sakınmadan, hoşgörüsüz bir şekilde, neredeyse verdiği selamı geri alarak yapıyor. Diğer bir büyük Türk düşünürü, adaşım, Can Yücel’in tabiriyle, “göte göt diyerek” yapıyor bunu. Püriten ahlakçılığını sadece edimlere ve önerilerine değil, bizatihi diline de entegre ediyor. Emre Yılmaz’ın üslubu, irdelediği vakaların ahlaki zorluğunu da korkmadan yansıtıyor. Emre Yılmaz, modern kurgusal dengi Dr. Gregory House’la beraber, püriten ahlakını, kalp kırma endişesi taşımadan uygulamaya koyuyor. Hume’a selam ederek, House’un ağzından, ölüm döşeğindeki küçük bir çocuğa acıyanlara hitaben öfkeyle söylemek gerekirse “Let's cure her with sunshine and puppies!” [hasta çocugu, o zaman güneş ışığının neşesi ve yavru köpeklerin sevimliliğiyle tedavi edelim].

Emre Yılmaz’ın eserini, diğer çağdaşları “American Psycho” ya da “Abre Los Ojos” ve hatta “Vanilla Sky”‘dan ayıran en önemli şey, ironisinin ustaca saklanmış olması bana kalırsa. Tabiri caizse, işadamlık kategorisinin ta içinden gelen irite edici sesiyle sakladığı ironisini Yılmaz, değindiği her konuya yediriyor. Yedirmekle kalmıyor, okuru da içine çekiyor ve yarattığı ürkütücü gerçeklikte, sağlı sollu darbelerle yere yıkıyor okurunu.

Bu yazıda, çok da odağımdan dağılmamak için belki de, GBİ’nin en yoğun şekilde eğildiği konuya değinmedim. Para, iktisadi kudret ve bunun fallik çağrışımlarına dair, belki hepimize misli misli aşina gelen hususlara Emre Yılmaz’ın getirdiği yorumlar, bana kalırsa o kadarda şaşırtıcı değil. Yazarın, CanYücelizm ekolünü aratmayan üslubunun renkliliğini azımsayacak değilim, ancak gene de, bu yazıda, bu konulara değinmeye gerek görmedim.

Bağlayalım. Ben GBİ’yı bir ahlak manifestosu olarak okudum. Bunun nedenlerini de iki üç konuya değinerek anlatmaya çalıştım. Yazarın ifade ettiği ahlak, belirttim, vicdana dayanıyor ve düşünürün sertçe yüzümüze çarptığı gibi “Sosyalist vicdan, eğer bir zaman var olmuşsa öyle kolay kolay boğulamayan bir başbelasıdır”. Bu vicdan, Emre Yılmaz’ın da deneyimlediği ve paylaştığı gibi, hepimize bitmek bilmeyen acılar verecek, hazır olalım!

Kullandığımız tek çerez, anonim ziyaretçi istatistikleri içindir. Bu site hiçbir kişisel veri toplamamaktadır.

The only cookie we use is for visitor analytics. We do not collect any personal information at all.