Web Analytics
Anlamsız Sözcükler Diyarında Yazar Olmak | Can Başkent

Can Başkent

ANLAMSIZ SÖZCÜKLER DİYARINDA YAZAR OLMAK

CAN BAŞKENT

Kendime yazar sıfatını takalıberi, insanları (her iki dilde de) dinlerken, işittiğim sözcüklere ayrı bir hassasiyet gösterir oldum. Bilhassa insanların, soyut ya da fikri bir meseleden söz ederken ya da bunları betimlerken nasıl ifadeler kullandıklarını, seçtikleri sözcükleri, en çok da sıfatları, benzetmeleri ve mübalağaları takip eder oldum. Bu dikkatim, aşırı hale gelince de, kimi zaman kendimi bunun bir meslek hastalığı olduğunu düşünerek avutur oldum.

Bir çoğunuzun tahmin edebileceği gibi, klasik anlamsız (ya da muğallak) sözcüğümüz ‘şey’e kafayı takmış değilim. Etimolojik kökenini anımsayınca, şey’in bir ‘joker’ sözcük olduğunu düşünüyorum. Bir cismin ya da ‘şeyin’ adı aklınıza gelmez, ya da bilmiyorsunuzdur adını bu şeyin, hemen ağzınızdan dökülüverir ‘şey’ sözcüğü. Bu benim için, o kadar da politik bir sorun değil - zira hemen her toplumda ezici çoğunluğun 400-500 sözcükle yaşadığı gerçeğini çoktan kabullendim. Bu nedenle hatta, yabancı dil öğrenip konuşmayı epey kolay bulurum - hayta arkadaşlar ediniverin ecnebi memlekette, onların kullandığı 400 sözcüğü öğrendiğiniz vakit, siz de o dili şakır şakır konuşmuş olacaksınızdır.

Benim son aylarda kafamı taktığım sözcük ‘ilginç’. Bana kalırsa ‘şey’in aksine, ‘ilginç’, jokerden ziyade fikri fukaralığı, kavramsal ve zihni zemindeki bir boşluğu ifade ediyor. Bilhassa, anlattığım ya da yazdığım bir fikre veya görüşe dair böyle bir yorum aldığım vakit çileden çıkıyorum. Sabırlı bir didaktik ruhum olmadığı için yazdıklarımın ya da anlattıklarımın ‘ilginç’ değil, belki salakça, belki şaşırtıcı, belki de ufuk açıcı, belki de tekrar olduğunu duymayı kaldırabileceğimi, ancak ve ancak, bunların ilginç olmasına tahammül edemeyeceğimi tane tane anlatmaya ömrüm yetmiyor.

Beni, bir yazar olarak üzense, anlattıklarımın sözcüklerin kendi ve bizlerden bir nebze bağımsız manaları dahilinde değil, okurun kendi zihinsel ve fikri çerçevesi içinde, bunun kendisine verdiğini sandığı sahte özgürlük hissiyle, kendine kendine tahmin ettiği anlamlar dahilinde okuması oluyor. Elbette, her birey yazılı metinlerden farklı farklı anlamlar çıkarır, kafama taktığım bu değil. Kafama taktığım, kitlesel bir güruhun ya da toplumsal sınıfın, benim yazdıklarım ya da değil, bir çok metni, ortaklaşa bir şekilde yanlış okuması. İşte ben bu kasti iletişimsizliğin politik bir sorun olduğunu düşünüyorum. Sadece kulaklarını kapamak değil, her şeyin altında komplo aramak (ki bu da Türkiye konjonktüründe şaşırtıcı ve beklenemez ve anlaşılamaz da değil elbette), yazarın kastettiği anlamı altında bir art niyet olduğunu iddia etmektir bu. En hafif tabiriyle terbiyesizlik, en ağır tabiriyle de aptallıktır.

Bu meseleye hassasiyetim, bilgin Nişanyan’ın mayıs 2009’da yayınlanan ‘Küfretmeden konuşan Atatürkçü olur mu?’ başlıklı yazısını okumama kadar gidiyor. Alıntılayayım.

Vatanmilletçilerin zannederim artık algılamaktan tamamen aciz oldukları bir şeyleri var: Hakaret etmeden konuşamıyorlar. Küfretmeyi en doğal hak ve vatani görev olarak görüyorlar. Başka bir ifade tarzını havsalaları almıyor, defterden silmişler.

Hemen her gün birileri bu bloga yazıyor. Geçen gün biri üşenmemiş dört tane yazmış. Nisbeten kibar bir dil, “siz” diye hitap etmiş, noktalama işaretleri yerinde. Daha ilk cümleden başlamış: “Türklük düşmanlığı”, “maksatlı yazılar”. Döne dolaşa aynı yere gelmiş: “gerçek niyetinizi ve özünüzü gösteriyor” (oysa niyetimi net ve açık bir dille ifade ettiğimi sanıyordum), “bu ülkenin gerçek vatandaşı olmadığınız”, “vatani tehtitlerin gerçekten burnumuzun dibinde yaşadıklarını gördüm”... (...)

Bunlar küfürdür. Asgari haysiyete sahip biri için, sözünün ardında gizli gündem yahut kişisel çıkar aramak hakaretlerin en ağırıdır. Namussuzlukla itham etmektir. (...)

İki gözlemim var, sizinle paylaşayım.

Bir, küfrettiklerinin farkında değiller. Hatırlatınca bazıları cidden şaşırıyor. (...) Böyle alışmışlar. Kamusal alanın normal dilinin bu olduğunu sanıyorlar. İki, bu dile bunları alıştıran Atalarıdır. Kullandıkları dil onun dilidir. Doksan senedir cılkını çıkardıkları küfür repertuarı (“vatan haini”, “maksatlı”, “düşman”... ) onun repertuarıdır. “Atam sana böyle küfretmiş, benim de hakkım ve görevim budur” diyorlar. Ondan cesaret ve ilham alıyorlar.

Elbette, benim başıma gelen durum üstadın anlattıkları kadar vahim değil, zira hedef kitlemde yer alan lümpenler beni okumuyor. Okusalar bile üstadın değindiği tarzda hakaretamiz ama bir o kadar da basit ve sığ eleştirilerle yetiniyorlar.

Ama, benim başıma gelen, yine de üstadın değindiği yönde bir yapıbozum. Anlattıklarımın altında, belki o kadar aşağılık bir gündem aramıyorlar, ama yine de benden kendi istediklerini anlatmamı, benim kendilerini yazılarımla durmadan onaylamamı istiyorlar. Bu ve buna benzer meselelerin, felsefede, epistemolojide çok güzel bir adı var: Kripkeci dogmatik paradoksu ile inanç polarizasyonu (belief polarization). Dolayısıyla, okurlarımın çoğu beni, kendi fikirlerini destekler görmek için okuyor anladığım ve gördüğüm kadarıyla. Haşa, onların aklına yatmayan bir fikir ileri sürersem, bu sefer geriye gidip, daha önce beğendikleri düşüncelerimi yok sayıyorlar ve bunun akabinde de daha önce beğendikleri zihnin yeni ürünlerini beğenmiyorlar. Bunu da genelde ‘beğeni’ gerekçesine bağlıyorlar. Neticede, şu cümleyi bir çok okurumdan çok sık duyuyorum: ‘Yazdıkların tam olarak içime sinmiyor’. Ama, ben senin içine sinsin diye yazmıyorum ki! Yazdıklarımı içine sindirmek, tabuların ve önyargılarınla çatıştırarak bir çözüm geliştirmeye çalışmak, bir zahmet senin görevin olsun!

Bence, bu zihniyetin arkasında, İslamla zehirlenmiş bir sosyal travmalar silsilesi var. Dogmatik çözümler arama, reçeteler peşinde koşma, olur olmaz şeylere müritvari bir şekilde bağlanma, bana kalırsa dogmatik virüsle yıkanan beyinlere has bir vaziyettir. Elbette, bu zihin yapısı sadece inançlılara ait değil - solcusundan sağcısına, feministinden yogacısına, sosyalistinden faşistine dek her sosyal sınıfta bunu görmek mümkün.

Anlatacağım ikinci öykü de tam burada başlıyor. Okurlarımın bir kısmı, yazdıklarımı reçete olarak okurken, beğenmiyor ve beğenmedikleriyle beraber tüm teşhisimin üstünü çizerken, diğer bir önemli kısmı da benden aleni bir şekilde reçete talep ediyor. Örneğin, beni bu yazıyı çiziktirmeye teşvik eden yorumlardan biri, ekşi sözlük’te yayınlandı. Yazılarımı, tam geliştirmeye çalışırken erkenden bitiriyormuşum ( http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=23171832 ). Elbette, tebessümle ve sempatiyle okuduğum bu yorumun ardında da benzer bir alışkanlık olduğuna kaniyim. Verebilecek tek yanıtım var. Tuluatçı Cem Yılmaz’ın dediği gibi, ‘bu paraya hayatın sırrını kimse vermez’.

Bağlayayım. Düşünsel etkinliklerinin en sevdiğim yanı sonunun, nihayetinin olmamasıdır. Dogmatik değilseniz, ne veganizmin, ne anarşizmin, ne feminizmin dünyadaki tüm insanları ebedi bir şekilde mutlu edemeyeceğinin farkındasınızdır. Bazen, gene tebessümle, düşünüyorum. Makalelerime ve fıkralarıma bakarak beni Cebrail olarak gören okurlarım olduğunu düşüneyazıyorum.

Bir düşünce yazısını okumak, yazarın sarfettiği emeğe, çektiği acıya denk, eşit demiyorum, bir efor gerektirmeli diye düşünüyorum. Yazılarımda vahiy vermemem, açık kapı bırakarak fikri provakasyon yapmaya yeltenmem, kimi fikirlere engin bir empatiyle bakma cesareti gösterebilmem bunun bir sonucu.

Okur olmak, bu açıdan, bir resim seyreden sanatsever olmaktan çok daha zordur. Yazar, kendin ifade etmenin varoluşsal acısını çekerken, okurdan da benzer bir empati bekler. Okurun bu ‘bulantıyla’ kıvranması da yazarla okur arasındaki sağlıklı iletişimin bir şartıdır.

Kullandığımız tek çerez, anonim ziyaretçi istatistikleri içindir. Bu site hiçbir kişisel veri toplamamaktadır.

The only cookie we use is for visitor analytics. We do not collect any personal information at all.