Web Analytics
Barış Manço, Moda, 81300 İstanbul | Can Başkent

Can Başkent

BARIŞ MANÇO, MODA, 81300 İSTANBUL

CAN BAŞKENT

Sadece mektupları değil, bana gelen her türlü postayı seviyorum: dergiler, alışveriş, gazete, faturalar [0]… Kimileri gibi gelen postaları biriktirmiyorum, dergileri saklamıyorum — sevdiğim makaleleri dijital olarak güzelce bilgisayarımda organize etmek dışında.

Bu, kırılgan bir mutluluk. Postacının nazına, hava durumuna, posta idaresinin bilmem kaçıncı defa tekrar iflas etmesine falan bağlı.

Bu mutluluğun ardında üç sır var. Biri, postacının tüm bu paketleri ayağınıza getirmesi — bıkmadan usanmadan, yağmur çamur dinlemeden, aşağı yukarı aynı saatlerde getirmesi. İkinci sırsa, üç kuruş paraya bir mektubu memleketin öbür ucundan ayağınıza getirmesi. Modernist devletlerin ballandıra ballandıra anlatageldiği bu meziyet, doğrudur, devletin erkinin her köşeye erişmesinin koşullarından biridir. Üç, bu paketlerin arada sırada bir sürpriz içermesi. İnternet alışverişinin yanlış gönderilmesinden tutun da, sürpriz bir faturaya dek, ara sıra kötü de olsa, bazan, belki, kim bilir, heyhat, iyi bir sürpriz de gelebilir postayla.

Bu mutluluğu yaşamanın birincil şartı postanın sizi bulabilmesidir. Şehirli okura pek aşina olmasa da, adres sistemi hala yeni bir icattır. Kimi evlerin adresi belli değildir, kimi mektupların üstündeki adresler doğru değildir. Haliyle, eğer beş yüz yıllık posta idaresine sahip Britanya’dan falan söz etmiyorsak, posta fikri hem yeni hem de devrimcidir. Çünkü, dedim ya, üç kuruşa bir evrakı memleketin bir yanından öbürüne iki üç günde, çoğunlukla güvenle, gönderebilirsiniz.

*

Üç kuruşa gönderebiliriz, dedim, zira pul kadar ucuz bir paraya paket göndermek, ‘pul’a yaklaşımımızı da özetliyor [1]. Çünkü eskiden elinize geçen postanın önemli bir parçası, zarfın üstünü kaplayan pullardı. Hele hele, kitap falan gibi bir paketse eğer elinize geçen, paketin neredeyse yarısı pullarla kaplı olurdu.

Aslında paketin neredeyse yarısını kaplaması gerekmiyordu pulların, zira ederi yüksek olan pullar hep sirkülasyonda olurdu. Fakat, nedense, posta memurları, düşük değerli pullardan çokça yapıştırmak isterdi. Bunu neticesi de, haliyle, bir kitabı on beş pulla göndermek olurdu. Postacıyla, pul yalama aletleriyle ilişkimiz azaldı. Ama sadece postane vasıtasıyla olmadı bu noksanlık.

Artık postacı haftanın altı günü gelmiyor. Haftada iki üç kere gelse sevineceğiz. Tüm dünyada olan bir gidişat bu. Fransa örneğin, artık mektupların dağıtımı için dahiyane bir fikir bulmuş. Mektuplarınızı email olarak postaneye iletiyorsunuz, alıcı adresteki postane şubesinde kağıda basılıp ertesi gün hemen dağıtıma çıkıyormuş. Postacı sık gelse bunun yol açtığı heyecan, seyrek gelse de bunun yarattığı korku ve gerginlik, çoğumuzu bunalıma sürüklemiştir.

Şüphesiz, bu sorunun, postacıyı kapıda beklemenin yarattığı bunalımın, bir çözümü var: posta kutusu kiralamak. Böylece postacı gözlemez, başka bir heyecan ve telaşla iki üç günde bir posta kutunuzu boşaltırdınız.

Yetişkin hayatımın önemli bir kısmında posta kutusu sahibiydim. Ne yalan söyleyeyim, bunu bir statü sembolü olarak da görürdüm — ileri düzey posta meraklısı statüsü! Keza posta kutusu sahibi olmayı, bir adres kaşesi sahibi olmakla pekiştirirdim. Şimdilerde de antetli mektup kağıtları, eriyen mühürlü ve damgalı zarflarla ve dolma kalemleriyle bu hevesi yaşatmaya çalışıyorum.

Posta kutusunun yarattığı anonimliği, gerçek adresinizi saklama becerisini, es geçmemek lazım. Hele sık sık adres değiştiren, orada burada kalan bir gençliğiniz olduysa, bu anonimliğin pratik bir karşılığı da oluyordu.

*

Ne kadar fazla mektup alırsanız alın, posta idaresi size özel bir adres ya da posta kodu vermez. Büyük bankaların falan bile hala çoğunun adresi, açık adres formunda: Mahalle, Cadde ve Bina numarası adresin hala bir parçası.

Fakat bunun güzel bir istisnası vardı: Barış Manço. Ozanın adresi çok kolaydı: Barış Manço, Moda, 81300 İstanbul. Çünkü ozan çok mektup alıyordu. Bunun nedenin halkın sevgisi ve teveccühü olduğunu düşündüm. Yanılmışım.

Artık, bunun ardında bitmek bilmez bir sevilme isteğinin olduğunu görüyorum. Bunun neticesi olarak da insan ister istemez sürekli halka kendini sevdirmek için işler yapageliyor: halkı kulağına uygun ezgiler, herkese uygun şirin ama yüzeysel programlar, tanıdık güfteler… Mesele ozanın sevilmesinden ziyade, ozanın kendi sevdirmesi, bunun için gerekli hamleleri de çok ustaca, ve belki de doğal bir şekilde, yapabilmesiydi. Sevildiği için değil, kendini sevdirdiği için de özel bir adresi vardı.

*

Oysa pul olmuş pullar öyle mi! Gururla, paketin üstünden size bakarken, ‘damgalansalar’ bile kendilerini size beğendirmek için bir şey yapmazlar. Sizin onları mercekle inceleyip katalogdan ilmini öğrenmeniz gerekiyor.

Keşke yeni dönemin rockçıları da böyle olsa…

Notlar

0. CB, ‘Mecmua’, manifold, https://manifold.press/mecmua

1. CB, ‘Filatelist Totaliterizm ya da Pul Olmuş Gazete’, manifold, https://manifold.press/filatelist-totaliterizm-ya-da-pul-olmus-gazete

Kullandığımız tek çerez, anonim ziyaretçi istatistikleri içindir. Bu site hiçbir kişisel veri toplamamaktadır.

The only cookie we use is for visitor analytics. We do not collect any personal information at all.