Web Analytics
Müminle İmam Arasına Sıkışmak | Can Başkent

Can Başkent

MÜMİNLE İMAM ARASINA SIKIŞMAK

CAN BAŞKENT

0.

Sol ideolojinin günümüzde din ve kültürüne karşı takındığı tavırdaki sorunların, solun son birkaç on yılda yaşadığı fikri ve pratik bunalımın bir yansıması olduğunu düşünüyorum. Bu yazıda, bu sorunların kavramsal ve mantıksal izini, kimi güncel temalara değinerek, mümkün mertebe yerel bir siyaset üzerinden süreceğim.

Bu amaç doğrultusunda, “dine ve dindara saygı”, “maneviyat”, “sünnet ve kurban”, “yeni dinler” ve “sosyal ateizm” sorunlarına değinecek, özgürlükçü bir sol ilahiyatın nasıl inşa edilmesi gerektiğini bu güncel ve hatta acil sorunları okuyarak izah edeceğim.

1.

Sol ilahiyat ve din kültürü meselesinde yaşadığımız kavram karmaşalarından en büyüğü, dine saygı kisvesi altında, dindarları, “mağdur” ilan etme derecesine varacak kadar ahlaki ve pratik eylemlerinin sonuçlarından muaf tutmamızdır. Nişanyan’ın “Nazilik fena, ama Naziler dünya ahret kardeşimizdir” şeklinde özetlediği bu yaklaşımın hala pek eşelemediğimiz kimi başka önemli sorunları da var.

Bunlardan en önemlisi, müminlerin ve dindarların, sırf ve sadece mümin ve dindar oldukları için eleştiriye, hatta sert eleştiriye muafiyet talep etmelerine saygı göstermemiz, bunu da din özgürlüğü olarak idrak etmemizdir. Bu mesele, sol ilahiyatın çözmesi gereken en önemli sorunun çok berrak bir izdüşümüdür. Bu sorunu şu şekilde sınıflandırmak uygundur.

1- Hangi dinsel ritüeller meşrudur? (Erkek sünneti meşruysa, kız sünneti neden meşru değildir?)

2- Dinin hangi yorumu, skripte ne kadar bağlı kalmış hali esastır? (Aleviler müslüman mıdır? Bunlar dinin değil, müminlerin hataları mıdır?)

3- Bir inanışın din olmasını sağlayan faktörler nelerdir? (Mormonizm, Satanizm, Scientology din midir?)

Bu soruların çözümü üzerine politik bir şekilde kafa yormak, dine saygı ve din özgürlüğünün nerede ve nasıl başlaması gerektiğini, biraz da ortodoks Marksisizmden sıyrılarak anlamamızda önemli bir eksen tespiti sağlayacaktır bize.

Fakat, bu tespiti yapamamış olan, ekseni kaymış, popülizme esir olmuş solun müminleri savunayım derken, imamın otoritesini perçinlediğini de yaygın bir şekilde gözleyebiliriz. Örneğin, bu satırların yazıldığı sıralarda memleketin birincil gündemi, Cizvit taklidi bir tarikatın siyasi gücüyle mücadele eden, manevi iktidarını bambaşka bir tarikatın geleneğine bağlayan hükümetin içler acısı haliydi. Solun, yukarıda işaret ettiğim sorulara vereceği yanıt, kuşkusuz güncel politikada muhalefetin nasıl şekillenmesi gerektiğini de belirleyecektir. Bu muhalefet, Amerikan ya da Fransız sekülerizmiyle, popülist bir dindar-perver bir siyaset arasındaki bir skalada yer alabilir. Bu manada, yelpazenin neresine düştüğünü izah etmek isteyen bir muhalefet, bu gerekçesini anlatırken yukarıda sıraladığım üç soruya atıfta bulunmak zorunda kalacaktır. Tersten okumak gerekirse, bu üç soruya (ve muhtemelen daha fazlasına) verecek yanıtı olmayan bir sol hareketin, güncel siyasette de, kuramsal politikada da şansı epey düşük olacaktır. Dolayısıyla, hele hele Türkiye (ve magribde) solun din ve din kültürüne karşı takınacağı tavır, sadece devrimci itkinin değil, günü kurtarmanın da zorunluluğudur. Dini yeni dünyada anlamak; İsrail’i de, Filistin’i de, Amerika’yı da anlamamızda önemli bir nihale teşkil edecektir.

Dinin günümüzde ne olduğunu tartışırken, Marks’tan mümkün mertebe kendimizi yalıtmanın, Marksizmin kökündeki Hegelci diyalektiğin indirgemeciliğinden uzaklaşmanın faydalı olacağını düşünüyorum. Söylemeye ne hacet, basit ve sığ bir şekilde, Marks’ın dinler üzerine sarfettiği ve sıklıkla yanlış okunan vecizesine bir atıfta bulunmuyorum. Asıl mesele, günümüzde yeni yeni dinlerin hala nasıl ortaya çıktığını, nasıl takipçi ve mürit bulduğunu, insanları politikadan soğutmadan, usturuplu bir şekilde çözümleyebilmektir. Her gün metroyla işe gidip gelen bir insanın neden hala dünyanın 6 günde yaratıldığını, az buçuk Avrupa tarihi okuyan birinin nasıl Büyük İskender’le Zülkarneyn arasındaki “benzerliği” çözmeye direndiğini anlamak istiyorsak, skalamızı genişletmenin vakti gelmiştir. Kuşkusuz, geleneksel sol yaklaşım, dinin egemenliğini ve maneviyatı üzerine tutarlı analizler geliştirmiştir. Ancak, eksik kalan bir şeyler var ki dindarların sayısı ve iktidarı, sadece Türkiye’de ve bu coğrafyada değil, global olarak da yeni çağda azalır görünmemektedir.

Dine ve kutsallara saygı argümanı, dindar zümrenin tartışmayı kendi sahasına çekmesine, kavramları ve sorunları kendi lingosuyla tanımlamasına ses çıkaramamamıza yol açar. Tartışmayı kaybetmenin birinci adımı, hepimizin bildiği gibi, kavramları karşı tarafın tanımladığı şekilde kabul etmektir. Bu, kuşkusuz, argümanlar arasında karar verirken otoriteye başvurmayı salık veren mantık kusurunun da utanmaz bir pratiğidir. Dinin dokunulmaz kılınmasıyla başlayan bu strateji, siyasetin tartışılır alanlarını daraltmaya çalışarak tam saha presiyle dar alanda kısa paslaşmalara muhtaç etmektedir bizleri.

Kuşkusuz, bunun tersi, bu stratejiye direnmenin tek yolu “mümin-bashing” yani müminlerin dışlanması ve rencide edilmesi değildir. Zira, mümine saygının kusurlu noktalarından biri, dini cahillik olarak gören yaklaşımdır. Nasıl, “cahil” “köylü” Ayşe Teyzeye, evrenin altı günde yaratıldığına inandığı için “kızamıyorsak” ve hatta saygı gösteriyorsak, diğer meselelerde de müminleri “mağdur” olarak görme eğilimimiz aşikardır. Bu, cahil ve köylü Ayşe Teyzenin bireyselliğine ciddi bir hakarettir kuşkusuz. Haliyle, mağdurlaştırma, aslında dindarlara gereken saygıyı da göstermez. Saygı, bireyleri eylemlerinden sorumlu tutmaktan çekinmemek, onlaru muhatap alarak tartışmayı ortak bir zeminde sürdürebilme iradesi gösterebilmektir.

Bu, sol ilahiyatın birinci ödevi olmalıdır: dine, mümine ve dogmaya ne kadar saygı göstermeliyiz?

2.

Dine ve dindara karşı rehavetimiz, maneviyat sahasını tamamen dine bırakmamızdan kaynaklanmaktadır. Daha vahimi, çoğumuzun “metafizik” deyip geçiştirdiği birçok ilginç meseleye karşı bir yanıtımızın ve yaklaşımımızın olmaması da eşdeğer mertebede kabahatimizdir.

Dini ve dindarı anlamanın yolunun maneviyata materyalist bir şekilde yaklaşmamız olduğunu iddia etmemizde bir beis yok. Kuşkusuz bu konuda hayli yol alındığını hatırlamalıyız. William James’in psikolojiyle felsefenin kesişimindeki meselelere sunduğu tatminkar analiz belki de ilk aklımıza gelen.

James’in bu konulara yaklaşımındaki birincil eksen, “deneyimdir”. Manevi, ilahi ya da ruhi deneyim yaşayan insanların deneyimlerinin objektif gerçeklikle ne kadar kesiştiğini tespit etmek gibi farazi bir yaklaşımın ötesinde, bu deneyimlerin bu bireyler ve zümreler üzerindeki orta ve uzun vadeli etkileri James’in araştırmasının odak noktalarındandır.

Fakat, hatırlatmama izin verin, bu ruhani konularda, benim aklıma gelen diğer bir ilginç isim Ian Stevenson’dur. Stevenson, paranormal aktiviteleri bilimsel ve sistematik bir şekilde araştıran gerçek bilimadamlarından biridir. Bu araştırmaları için Virgina Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde bir merkez kurmuş, onyıllarca çalışarak olağanüstü sayıda vaka incelemesi yapmıştır. Bu çerçevede en ilginç çalışmaları reenkarnasyon üzerinedir. Kitaplarında, örneğin, reenkarne bir ruhun zühur ettiği iddia edilen çocuklarla yaptığı görüşmeleri titiz bir şekilde anlatır. Erken yaşta ölen çocukların sonrasında ikiz olarak “yeniden doğmaları”, ancak bu ikizlerin tek yumurta ikizi olmalarına rağmen olağandışı fiziksel farklılıklar göstermeleri gibi vakaları Stevenson kimi zaman reenkarnasyona yorar.

Ruhani bir vaka olarak alındığında, bu ve benzeri konuları ciddiye almayarak dışladığımızda, muhafazakar ve dogmatik ilahiyatın en önemli sahalarından birine misli misli koz vermiş oluyoruz. Bir materyalist olarak benim, reenkarnasyon gibi meselelere dair klişenin ötesinde bir izahatim yok. Stevenson gibi bilimadamlarını okuduktan sonra, hele hele kafam daha da karıştıktan sonra, bunun sadece fenni değil, aynı zamanda sol ilahiyat açısından da ciddi bir mesele olduğuna kani oluyorum. Kuşkusuz, Stevenson’a yönelik türlü türlü sert eleştiriler de dile getirilmiştir. Ancak, belirtmek istediğim, Stevenson’un araştırmalarından ziyade, kendisinin sahip olduğu paradigmayla dışlayıcı değil de kapsayıcı olan tutumdur. Küçücük çocukların önceki hayatlara dair beklenmedik olayları “bilmesini” ve “hatırlamasını” reenkarnasyona yoranlar varsa, bilmin ve sol ilahiyatın bunu ciddiye alması gerekmektedir. Aksi takdirde, kitle bu meseleyi ciddiye alanı ciddiye alacaktır.

Maneviyat ve ahlak bağına ilişkin diğer bir mesele de geleneksel dinin ve ilahiyatın, maneviyatı ahlakla özdeşleştirerek, bunların tekeline sahip olduğunu iddia etmesidir. Bu, kuşkusuz siyasi ateist hareket için ilginç bir momentum noktasıdır. Ancak, bununla birlikte, düşünsel ve etik manada, bu özdeşleştirme çabası ciddi bir sorundur. Ateistlere ve agnostiklere yönelik tepkinin altında da bu özdeşleştirmeye inanan kitleler olduğu söylenegelir. Fakat, daha da önemlisi, bu yazıda vurgulamamız gereken, bu özdeşleştirmeye ateist, seküler, agnostik ve din-dışı çevrelerin de inanarak, kendilerini maneviyattan mahrum bırakmak zorunda hissetmeleridir. Bu da hali hazırda, maneviyat meselesindeki kafa karışıklığını yansıtır. Nihayetinde, maneviyat denen duygulanım ve deneyimleri anlamamızı, bu meselelere felsefi ve politik manada tutarlı ve kapsayıcı bir tutum takınmamızı sağlayacaktır.

Bu, sol ilahiyatın ikinci ödevidir: maneviyatı nasıl anlayacağız, ona karşı nasıl bir tutum takınacağız?

3.

Sünnet ve kurban, solun yeni siyaset üretmekte geciktiği en önemli meselelerdir. Dahası, kimi güncel tartışmalar konunun siyasi acileyetine işaret etmektedir.

Bu tartışmalardan ilki, sünnetin Avrupa’nın kimi kentlerinde çeşitli gerekçelerle yasaklanmasıdır. Bu sorun, din özgürlüğü, halk sağlığı, çocuk tacizi ve tıp etiği çerçevesinde tartışılagelmiştir. Ancak, solun bu meseleye, güncel bir pratik ahlak meselesine nasıl yaklaşması gerektiği hala net değildir. Din özgürlüğü açısından, ebeveynlerin çocuklarına kendi dini inanışını empoze etmekte ne kadar ileri gidebileceği, kamunun hangi aşamada devreye girmek zorunda olduğu tartışması da kesin bir şekilde çözümlenmiş bir tartışma değildir. Çocuk tacizi anlamında, mesele daha da karmaşıklaşmaktadır. Yenidoğan sünnetlerini, bebekler acı çekmez mitosu üzerine kuran bu sapık ideoloji, kimi yerlerde iyice çığrından çıkmaktadır. Örneğin, Williamsburg - Brooklyn’de ortodoks Yahudi sünnetçilerin, ağzıyla ısırarak sünnet ettiği bebeklere bilmeden HIV veya HSV (kasık çıbanı) bulaştırdığına dair haberler neredeyse her sene gündeme gelir. Kaldı ki HSV bebeklerde ölümcül olabilmektedir. Böyle bir meselede, dini motivasyonunu denklemden çıkardığımızda, hukuki ve ahlaki olarak nasıl bir tepki verileceği açıktır. Ancak, mesele dini ritüel olduğu için, bu sünnetçilerin karşı karşıya kalacağı en büyük ceza, meslekten mendir.

Tartışma kız sünnetini ele alınca daha da karmaşıklaşmaktadır. İngiltere’de örneğin, tıp odası kız sünnetini ve kızlık zarı rekonstrüksüyonunu, zorunlu tıbbı bir gerekçe olmadıkça yasaklamaktadır. Ancak, bu sorunu yine çözememektedir. Geçtiğimiz yıllarda, İngiltere’de kızlarını sünnet için doktora götüren Bangladeşli bir aileye doktorlar önce kesinkes karşı çıkmışlar, ancak sonra, ailenin aksi halde ritüeli kendilerinin yerine getireceğini bildirmesi üzerine, hiç olmazsa kızın hijyenik ve cerrahi koşullarda sünnet edilmesi gerektiğini düşünerek, doktorlar bu operasyonu hastanede hijyenik bir şekilde gerçekleştirmek zorunda kalmışlardır. Benzer şekilde, kimi durumlarda da kızlık zarı rekonstrüksüyonun reddetmek, genç kadınlarda ciddi psikosomatik sorunlara yol açabilmektedir. Bu durumlarda kimi hekimler bu operasyonları sosyopsikolojik gerekçelerle gerçekleştirmektedir.

Kurban meselesi de, sadece hayvan özgürlüğü değil, insan hakları cephesinden bakıldığında kabul edilebilir bir ritüel değildir. İnsan olmayan hayvanların bireyliği ve hakları tartışmaları, her ne kadar bizim politik iklimin yarattığı “öncelik” mitosu nedeniyle hala layıkıyla gündemimizde olamasa da, felsefenin ve ahlakın aslında en heyecan verici meselelerindendir. Öyle ya da böyle, sol düşünce artık yavaş yavaş veganizme ve hayvan özgürlüğüne daha açık fikirlerle yaklaşıyor olsa da, mesele kurbana gelince aynı kararlılığı göremiyoruz. Sadece sokaklarda yaratılan manzara bağlamında değil, gerekçesi ciddiye alınır bile olmayan bir mitolojiye dayanan kitlesel hayvan katliamını sol ideoloji nasıl tanımlamalıdır?

Daha önemlisi, sol düşüncenin bu ritüellere “tepkisi” nasıl olmalıdır? Yazının başında değindiğimiz gibi bu aslında daha geniş bir problemin yansımasıdır. Bu sorun, toplumu dönüştürme stratejisidir. Bu dönüştürmenin ne kadar pro-aktif, ne kadar pasifist olması gerektiği, stratejisini oportünizm, revizyonizm, reformizm ve devrimcilik parametrelerine ne kadar dayanarak inşa etmesi gerektiği çok zor bir tartışmadır. Eski lingoyla konuşmak gerekirse, öncü kitlenin, çuvaldızı topluma nasıl ve ne kadar batıracağına karar verebilmek çetrefilli bir tartışma gerektirmektedir.

Din meselesi, devrimci stratejinin tatbikatı mevzuunda ciddi bir saha açar. Kurban ve sünneti ne kadar ve nereye kadar hoş görebileceğimizi, bu tartışmayı açık ve net fikirlerle toplumu “ürkütmeden” nasıl gerçekleştirebileceğimizi bilmiyorum. Ancak, bu bocalamamızın, meselenin aciliyetiyle mukayase edildiğinde trajik sonuçlar doğurduğunu hatırlamamız elzemdir.

Bu, sol ilahiyatın üçüncü ödevidir: kabul edilemez dini pratiklere karşı nasıl insancıl ve berrak bir tutum takınacağız?

4.

Sol ilahiyatın üzerine eğilmesi gereken diğer bir konu New Age tarikatlara karşı takınacağı tutumdur. New Age terimiyle, yeni yeni ortaya çıkan Mormonluk, Scientology gibi tarikatlardan tutun da, memleketimize yeni yeni giren Hara Krishna’dan kimi Hindu ritüellerine kadar birçok organize dini kastediyorum.

New Age’in sol ilahiyatı ilgilendiren en önemli boyutu, bu yeni-dinlerin alışıldık İbrahimi dinlerden farkını yeterince hakkıyla analiz edememiş olmamızdır. Bireylerin, kendi iradeleriyle, hatta toplumun çoğunun hemfikir olmadığı bir inanışa, hatta bir külte, Müslüman mahalesinde salyangoz satarcasına katılmasındaki sorun ne olabilir? Acaba, bu dinler ciddi bir manevi açlığa mı işaret etmektedir? Yoksa, bu tarikatlar, önce böyle bir manevi açlık olduğunu tanımlayıp kitleyi buna ikna ederek, kendilerini zoraki çözüm olarak mı öne sürmektedir? Maneviyat açlığı acaba, endüstriyalizmin ve teknolojik kültürün kaçınılmaz sonu mu?

Burada, atmamız gereken ilk adım, ikinci ödevde belirttik, dinsel ve aşkın deneyimleri ciddiye almaktır. Ancak bu psikolojik tespitten sonrası, yani işin politik boyutu, bu deneyimlere sahip olan insanların neden dini ya da kült-vari bir şekilde örgütlendiğini açıklamaktır. Manevi açlık çeken insanların neden biraraya geldiğinde, neredeyse bir saadet zincirini andırırcasına, iktisadi ve ruhani bir iktidar peşinde koştuklarını, kendilerine mürit kazanmak için neden bu kadar vahşi bir çabaya girdiklerini anlamak sol ilahiyatın günümüzdeki zorunluluklarındandır.

Bu zorunluluğu yerine getirirken, örneğin meditasyonun beyin korteksini kalınlaştırdığına dair bilimsel araştırmaları, müminlerin kimi toplumlarda daha uzun ve mutlu yaşadığına dair araştırmaları hakkıyla işlemeli ve incelemeliyiz. Nasıl görücü usülü evliliklerde boşanma oranının daha düşük olması sonucuna bakarak görücü usülünün ideal olduğu sonucuna varmıyorsak, dindarlığa ilişkin araştırmaların sonuçlarını da benzer bir filtreden geçirmeden anlamak mümkün değildir.

Öte yandan, New Age’in pek tartışılmayan diğer bir boyutu rasyonelliği yeniden tanımlamasıdır. Fiberoptik internet kullanıp, karmanın bedenden bedene geçtiğine inanan insanların akli uyumunu sağlayabilecek bir rasyonellik tanımını, her neyse o tanım, ciddiye almama lüksümüz yoktur. Bunu, pluralistik bir rasyonalizm ya da düşünsel bir çeşitlilik olarak görüp küçümsemek mümkün. Ancak, doğru bir strateji, meselenin bilimsel ve iktisadi boyutlarını es geçmemek, akabinde de daha önce değindiğim gibi, kapsayıcı ve kucaklayıcı bir siyasetle bu rasyonalizme dayalı fikriyatı analiz edebilme iradesini göstermektir.

Bu da sol ilahiyatın dördüncü ödevidir: yeni çağın dinlerine karşı nasıl bir tutum nasıl takınacağız?

5.

Devrimci ateizm olarak adlandırdığım mücadele, sol ilahiyat analizinin cesurca sahiplenmesi gereken bir mücadeledir. Sol ilahiyatın entelektüel çevrelerden taşıp, topluma mal olabilmesi siyasi bir hareket gerektirir. Bu da ateist bir hareket olmak zorundadır.

Ateizmle kastettiğim, olası ruhani ya da aşkın insan deneyimlerini dışlamayan, dinin bir iktidar odağı olduğunun bilincinde olan bir devinimdir. Maneviyatla din arasındaki ilişkiyi, yazının ta başında kastettiğim gibi dindarların tanımladığı kavramlar üzerinde tartışırsak, kazanma şansımız yoktur. Ateizm, bu tartışma için bir alternatif sunar. Maneviyatın dinsiz ve tanrısız, ibadetsiz ve korkusuz da yaşanabileceği imkanını hatırlatır insanlara. Bu, başlı başına devrimci bir stratejidir.

Kuşkusuz, ateizmin sosyolojisi bize içinden çıkılmasının çok zor olduğu tartışmalar da sunacaktır. Ateist bir din olarak addedilegelen Budizm’den tutun da birçok heterodoks İslam tarikatı da kimileri için bu geniş ateizm tanımına dahil edilebilir. Dolayısıyla, sosyal ateizm, dinsel bir pluralizmle, dogmatik olmayan, heteredoks bir din okuması yaratmada da etkin olacaktır.

Ateizmin, sadece Türkiye’de değil, Batı’da da sol hareket tarafından cesurca sahiplenilmemesinin tek nedeni popülizmdir. Bu popülizm ihtiyacı da sol politikanın iktisadi kuramlarının, ihtiyaç olduğu hızla ve aciliyetle yenilenememesinin bir bedelidir. Sadece bu argüman dahi, iktisatla sosyal ateizm arasındaki bağı açıklamada yeterlidir.

Bu doğrultuda düşmememiz gereken ilk ve belki de en büyük tuzak, bilim ve teknolojideki ilerlemeyle materyalizm ve dindarlık arasında, hep duyageldiğimiz orantıyı kurmaktır. Yazının başında dile getirdiğim, işine metroyla giden ama dünyanın altı günde yaratıldığına inanan insan örneği, aslında sosyal ateizmin en önemli kanıtıdır. Zira, bu mümin için, bu iki deneyim arasında, kıyas kabul etmeyecek bir doğrulanma/olumlama kuvveti farkı vardır. Bu müminin, fennin ürünü olan seküler metrodan faydalandığına dair tezin doğrulanması her gün, oldukça kuvvetli bir şekilde, kişi metroya her bindiğinde fiilen gerçekleşmektedir. Ancak, evrenin altı günde yaratıldığı tezinin, yani çelişki yaratan tezin, aynı kuvvetle olumlanma ihtimali yoktur. Mümine göre de yoktur, kimseye göre de yoktur. Dolayısıyla, aslında, mümin ancak zayıf, belki de çok çok zayıf bir şekilde evrenin altı günde yaratıldığına “inanmaktadır”. Bu inanış, gündelik hayatı doğrudan etkilemediği için, fasulyadan bir inanıştır hatta. Dolayısıyla, metroyla işine giden müminin dini bir “çelişki” yaşadığına dair dar görüşlü ateist tez, aslında bu müminin dini bilgiye pek de inanmadığı, hatta bu manada “kısmi” bir mümin olduğu gerçeğini es geçmektedir. Mesele, bu yazıda daha da uzatmayacak olsam da, dindarların, yukarıda da değindiğim “zararlı ritüellerini” uygulamaya çalıştıklarında ortaya çıkmaktadır; sosyal ateizm de bu konuda bir muhatap olduğunu öne sürmelidir artık.

Sol ilahiyatın, bu yazı çerçevesindeki beşinci ve son ödevi de ateizmin siyasallaşmasına önayak olmaktır.

6.

Sonuç olarak, sol ilahayatın tarihi kusurlarından biri, dini ve müminleri iktisat eksenli objektif bir şekilde yorumlama çabasıdır. Daha önce çeşitli kereler işaret ettim (Birikim, Ocak 2014), alışık olduğumuz iktisadi kavramlara muhtaç olursak, subjektiviteyi, insan mutluluğunun ve doğasının oluşturan kavramların çoğunu anlamakta zorluk çekeriz. Dinlerin ve tarikatları ortaya çıkaran manevi meselelere, bu manevi meselelerin yeni çağlarda tekrar doğmasına yönelik bütüncül, kapsayıcı daha önemlisi insancıl bir yaklaşım geliştiremeyiz. Nihayetinde de, Türkiye’de ben bu satırları yazarken yaşadığımız, gayet aleni ve meşru bir dinler ve tarikatlar savaşına ancak tanık olmakla yetiniriz. Buradaki genelgeçer sorun, solun iktisat ve objektivizm odaklı yaklaşımındaki ısrarıdır.

Bu yazıda, bu ısrardan vazgeçerek, solun ivedi bir şekilde eğilmesi gerektiğini düşündüğüm kimi sorunlara işaret ettim. Meseleyi yerel bir dilden ifade edebilmek için, örneğin Katolik Kilisesi’nin neredeyse görmezden geldiği çocuk tacizleri konusu gibi meselelere değinmedim. Bu sorunlara akil bir şekilde verilecek yanıtlar, sol ilahiyatın şekillenmesine yardım edeceği gibi, eğer gereken aciliyeti göstermezsek, bu sorunları ne kadar ihmal ettiğimizi de ifşa edecektir.

PS: Anmadan geçemeyeceğim, “kaçak inşaat” nedeniyle tutsak edilen Sevan Nişanyan’ın alternatif ve nisbeten de analitik ilahiyat hülyasının hepimize ilham vermesi gerektiğini anımsatmak isterim. Geçen yaz, bu meseleye dair yaptığımız çalışmalarla Nişanyan’ın Matematik Köyü’nde organize ettiği “Akıl ve Din” seminerlerine You Tube’dan erişilebilir.

Kullandığımız tek çerez, anonim ziyaretçi istatistikleri içindir. Bu site hiçbir kişisel veri toplamamaktadır.

The only cookie we use is for visitor analytics. We do not collect any personal information at all.