Web Analytics
İti Kurda Kırdırmak | Can Başkent

Can Başkent

İTİ KURDA KIRDIRMAK

CAN BAŞKENT

“Cehenneme giden yol iyi niyetlerle döşelidir.”

0.

Anarşist tembelliğin en kötü huylarından biri, devlet mekanizmasının içsel krizlerine tavır alırken takındığı beceriksizliktir. Son yıllarda vuku bulan Ergenekon meselesine karşı hala süren sessizliğimiz de bu tembelliğin en aşikar örneklerinden biri.

Sezdiğim genel anarşist yaklaşım, meselenin eşyanın tabiatına ait olduğuna dair bir çözümlemenin ötesine geçemiyor. Bu çözümlemeye göre, Ergenekon, Kemalist faşizmle İslamcı faşizmin birbirini yemesinden ibarettir. Devlet mekanizmasının yılmaz bekçileriyle, bu mekanizmayı yeni ele geçiren zümrenin itişmesidir tüm bu, değindiğim yüzeysel anarşist bakışa göre. Haliyle, yine aynı yaklaşım, anarşistlerin bu meselede söyleyecek bir şeyi olamayacağını, zira bizler devlet mekanizmasına ta baştan karşı çıktığımızdan, bu tartışmaya dahil olmamızın bir manası olmadığını öteler. Benzer şekilde, bu zihniyet, örneğin, vejateryanların da memleketteki pahalı et fiyatları tartışmasına katılmasının, dinsizlerin Alevilerin özgürlükleri konularındaki taleplerini desteklemelerinin abes olduğunu iddia eder. Anarşist özcülük olarak adlandırdığım bu zihniyet, daha önceki yazılarımda çeşitli kereler değinmiştim, erkekleri feminist mücadeleden, heteroseksüelleri GLBT özgürlüğü mücadelesinden, beyazları siyah özgürlük mücadelesinden dışlar. Dışlamakla kalmaz, bu tartışmalarda özcü niteliği taşımayan kimseye söz hakkı bile tanımaz.

Anarşist özcülük, bilhassa kendini, eski Genelkurmay başkanı İlker Başbuğ’un hapsedilmesi konularında kendini iyice açık etti. Acaba bu meselede sevinmeli miydik, üzülmeli miydik?

Bu yazıda, Ergenekon meselesine yaklaşımımızı, Başbuğ’un hapsedilmesi konusu dahilinde, elimden geldiğince kavramsal düzeyde, detaylara boğulmadan ele alacağım. Bunun bir iki nedeni var. Birincisi, eylemlilik zemininde, en fazlasıyla haşır neşir olduğum, uzun yıllar emek harcadığım hareketin antimilitarist vicdani ret hareketi olmasıdır. Dahası, biraz daha politik zeminde de, bu konuyu tartışmamın nedeni “devletin kendi bokunda boğulduğu” durumların anarşist küstahlığı misli misli artırması, dahası bu küstahlığın anarşizmi ufuksuzlaştırmasıdır. Bu ufuksuzlaştırma, yazının en başında da belirttiğim gibi, bir anarşist tembelliğe ya da dogmatik bir anarşist idealizme yol açar. Dogmatik anarşizm, bu yazının konusu değil. Ancak yine de, özcü anarşizmi tartışırken, dilim döndüğünce dogmatik anarşizm olarak nitelediğim kulvara da kimi paslar atacağım.

1.

Özcü anarşizm, kimi meseleleri anarşizmin meselesi olarak sınıflandırırken, bir çok meseleyi de sınırları dışında bırakır. Kimi Marksizm kollarından da anımsayabileceğimiz bu algoritma, kimi meseleleri yeteri kadar “anarşist” bulmaz ve bunlara dair yorum yapmaya, kelam etmeye tenezzül bile etmez.

Özellikle, Türkiye’deki ön-dönem anarşist dergilerde bu meselelere dair bir çok tartışmayı görebiliyoruz. Bu konuda yeni yollar açmaya çalışan yazıların başlıkları genelde “.... ve Anarşizm” şeklinde olurdu ve bu yazılar kimi meseleleri anarşizm perspektifinden değerlendirerek, anarşizmin genel geçerliğine işaret ederdi.

Kimi holistik anarşistler de, daha da ileri gidip, anarşizmin yaşamın her alanına nüfuz edebileceğinden, dahası nüfuz etmesi gerektiğinden söz eder. Nasıl yemek yememizden tutun da, nasıl sevişeceğimize kadar, anarşizm her meseleye dair söz söyleyebilir.

Özcü anarşizm, küstahlığına binaen, dışlayıcıdır, hizipcidir. Kendi krallığına tabii olmak istemeyenleri dışlar. Anarşist özcülük, bu minvalde, anarşist küstahlığa - ki anarşistlerde barınabilen en tehlikeli virüslerden biridir bu - yol açabilir.

2.

Ergenekon meselesini tartışırken Türkiye Genelkurmay’ını bir zamanlar yönetmiş olan orgeneralin hapsedilmesine odaklanacağımı söylemiştim. İfrazatımı hemen atayım.

Ben, insan öldüren ve öldürten, bunu doğrudan ya da dolaylı bir şekilde, gönüllü olarak ifa etmiş bir subayın, şiddettin kemikleşmiş en büyük mekanizması olan ordunun en büyük komutanın dahi tutuklanmasını doğru bulmuyorum. Hiç bir devrimci anarşist yaklaşımın da bunu gerekçelendirebileceğini, bunu savunabileceğini düşünmüyorum. Ergenekon meselesinde, gaddar askerlerin tutuklanmasının, antimilitarist bir kazanım olarak da asla görünemeyeceğini iddia ediyorum. Dahası, Kemalist faşizmin emarelerinin hukuki ve bürokratik hilelerle zayıflatılmaya çalışılmasının, bunu yapan İslamcılar olsa da olmasa da, toplumcu ve pragmatist manada dahi bir kazanım olarak görülemeyeceğini düşünüyorum.

Ergenekon meselesi, anarşizmin, “düşmanlarıyla” (basın savcımızı saygıyla selamlıyorum) olan ilişkisini değerlendirmek için önemli bir fırsat. Bu fırsat, ayrıca bizlerin sol cenahtaki ideolojilerden farkını ortaya koyma anlamında da önemlidir. Hatırlanacaktır, yıllar öncesinde, bu konu “anarşist ve tecavüzcüsü”, “anarşist ve patronu” gibi ilişkiler üzerinden detaylıca tartışılmıştı. Sorun şudur: “Düşmanımızı cezalandırma hakkımız var mıdır?” Fark edilmiştir, klasik bir Dostoyevskici “Suç ve Ceza” polemiğidir tartışmak istediğim. Diğer bir deyişle, anarşist suç var mıdır, anarşist ceza olmalı mıdır, sorularını yanıtlayacağım kendi meşrebimce.

3.

Ergenekon meselesine dair naifliğimi itiraf edeyim. Büyük bir “bilgi kirliliği”, tuhaf ve akıl almaz iddiaların ve komploların havalarda uçuştuğu, doğruyla yanlışın içiçe girdiği bir konu olan Ergenekon’u, hiç bir zaman çok yakından takip etmedim, takip etmek için de hiç bir motivasyon hissetmedim içimde. Bunun anarşist tembelliği olarak idrak edilmesini istemem öte yandan. Sadece, bu yazıdaki temel hedefimin Ergenokon’un kendisi olmadığını belirtmek isterim.

Tüm bunlara rağmen, öte yandan, Türk ordusundaki darbeci subayların varlığı beni hiç şaşırtmadı - ne de olsa, Harp Okulu komutanın bile zamanında, askeri okul öğrencileriyle darbe yapmaya bile kalkıştığı bir ülkeydi söz konusu olan. Ordunun kendi içindeki kimi subayları çaktırmadan ortadan kaldırması da, Eşref Bitlis’i anımsayalım, beni şaşırtmadı. Tarihsel bir perspektiften bakınca, şaşırtıcı ya da ilginç bir politik arka plan göremedim.

Fakat, tarihte ilk defa Genelkurmay’ın önceki komutanın tutuklanması ve akabinde ordunun sessiz kalması ise bana oldukça önemli geldi.

Bu manada, “zindanlar yıkılsın” sloganının arkadasındaysak eğer, egemenlerin de, subayların da, eski Genelkurmay başkanının da o zindan da olmasına itiraz ediyor olmalıyız. Zurnanın zırt dediği yer de zaten burası. Laf politik tutsaklara, adi “suçlulara” gelince söylemesi kolay, acaba, iş eski Genelkurmay başkanına ya da diğer generallere de gelince, vicdanımız sızlamadan, 1 Mayıs’ta bu sloganı tekrar atabilecek miyiz?

Muhakkak ki, modern veye modern sonrası toplumlardaki sosyal kabahatlerin nasıl “cezalandıracağı”, özgürlükçü ilkelerimizi ihlal etmeyen “cezanın” olup olamayacağı ciddi bir meseledir. Şimdiye dek, bu meselenin nasıl çözülemeyeceğini gördük. Sırada, bu meselenin nasıl “çözüleceği” var.

Biraz geçmişe gidelim önce. Örneğin, Kropotkin tebaasından biriyseniz, toplumsal mühendislikle bu tip sorunların kökünü kurutmaya çalışırsınız. Ekmeğin Fethi’nde çizdiği toplumsal mühendislik, Kropotkin’i iyi niyetli bir sosyalist, belki de bir nebze totaliter yapar elbette. Her ne kadar iyi niyet ve devrimci itkiyle yazmış olsa da, Ekmeğin Fethi’nin, anarşizan bir toplum mühendisliği olduğunu görmek zor değil. İyi niyet, çözümcülük arzusu, bunu haklı çıkarmıyor. Zira, hatırlamamak elde değil, “Cehenneme giden yol, iyi niyetlerle döşelidir”.

Benzer şekilde, Rönesansçı usçuluk da Eski Yunan’dan aldığı cesaretle, hemen her şeyin rasyonel olarak çözümlenebileceğini ve bilimle izah edilebileceğini iddia eder. Dolayısıyla, sosyal bilimlerin analitik yaklaşımları da, bu sorunların türlü türlü yollarla çözüleceğini iddia eder ve çözümler üretir. Fark etmemek mümkün değil, peki böyle bir çözümün var olduğunu nereden biliyoruz? Diğer bir deyişle, Marksçı totaliterlik gibi bir ideolojileri bir kenara bırakırsak, sosyal sorunların günün birinde çözüleceğini nereden biliyoruz?

Elbette, iyi niyetimiz ve naifliğimiz, her sorunun beraberinde birer çözüm getirdiğini, sorun yaratan edim ve davranışlarımıza son verdiğimizde bu sorunların neredeyse “kendiliğinden” çözüleceğini söylüyor. Nasıl, terli terli su içince hasta olmak bir sorunsa, a priori olarak bu sorunun çözümü, terli terliyken su içmemektir.

Fakat, bir çok sorun, hatta sorunların ezici çoğunluğu bu formda değil. İçinde yaşadığımız militarist sistemin, nasıl böyle bir hale geldiğini, geçmişe bakarak, tarihi öğrenerek anlabiliyoruz. Ama bu yine de, sorunun bu hale gelmesini sağlayan her etmeni bildiğimizi ve anladığımızı, dahası, bu gözlemlerimizde haklı olduğumuz anlamına gelmiyor - aksi takdirde o kadar politik ve sosyolojik tartışmaya gerek bile kalmazdı. Tümelci ve evrenselci yaklaşım, kategorik analizleriyle, sorunları kolaya kaçarak çözer, Marksçılıktan tanıdık geleceği şekliyle, türlü türlü çözümler üretir. Dahası, Darwinci yaklaşımlar da sorunların ilerlemenin bir itkisi olduğunu düşünür.

Burada iki büyük sorun var. Birincisi, çözümün var olduğuna dair dogmatik (ve saf) inanç. İkincisi ve bizim için daha da önemlisi, bu sorunu çözme hakkının biz de olduğuna inanmamız.

4.

Hipokrat yemininin bence en önemli kısmı şudur: “zarar vermeyeceksin”. Fakat bunu yanlış okumamak lazım. Zarar vermeyeceksin demek, herkese fayda yaratacaksın demek değildir.

Basitçe düşünürsek, ahlaki emir, bizim komşumuza tokat atmaktan alıkor. Ama komşumuza gidip her akşam masaj yapmamızı emretmez. Yani, hekimlerin de kapı kapı dolaşıp, her hastayı tedavi etmeye çalışmak gibi bir zorunluluğu yoktur. Fakat, burada dikkat etmemiz gereken bir nokta var. Herkesi zorla tedavi etme zorunluluğumuz olmadığı gibi, ihtiyaç içinde kıvranan kişiyi de, acil durumlarda örneğin, sırıtımızı yaslanarak izlemek gibi bir keyfiyetimiz de yoktur.

Anarşist politika da benzer bir geri çekilmeci stratejiye haizdir. Ancak, bunun dozu kaçmış boyutu, küstahlıktır; “anarşist olmayanlar boklarında boğulsunlar” derecesine varan, toplumun ve bireyin acılarına duyarsız, mekanik bir soyutlamacılıktır.

Dolayısıyla, bizim ödevimiz nerede başlar sorusuna kesinkesçi bir yanıt veremiyor oluşumuz, anarşizmin birincil düşünsel ilkelerinin bir sonucudur. Ne kadar iyi niyetli olursak olalım, kendimize ne kadar güvenirsek güvenelim, bilgi ve deneyimimiz, sırtımızı dayadığımız literatür ne kadar zengin olursa olsun, buna hakkımız yoktur. Diğer bir deyişle, anarşistlerin, anarşizmin bizatihi kendi ilkeleri nedeniyle, a priori olarak, devrim yapma hakkı yoktur. Anarşistin kendini zorla dayatma hakkı yoktur. Bu, anti-anarşistlerin farklı bir şekilde dile getirdiği eleştiridir: anarşizm devrimci olamaz.

Kimi anarşist ekollerin bu soruna ürettiği yanıtları anımsayalım. Doğu bilgeliklerinden (örneğin Daoizm) nasiplenmiş anarşist akımların çözümlerini, kendi adıma, oldukça ufuk açıcı bulmuşumdur. Lao Tzu’nun güzel sözlerini anmama izin verin:

Bilge adam kendine der ki:
Hiç bir şey yapmıyorum
ve insanlar kendilerini dönüştürüyorlar.
Sessiz kalıyorum
ve insanlar kendi kendilerine
doğru şeyleri yapıyorlar.
Yollarından çekiliyorum
ve insanlar müreffehleşiyorlar.
Hiç bir arzu taşımıyorum
ve insanlar sade bir şekilde yaşıyorlar."

Dolayısıyla, anarşist devrim, engellerin ortadan kaldırılması, devrimin önündeki barikatların yerle yeksan edilmesinin ötesine geçemez. Anarşist devrim yapılmaz, olunur.

Bu sorunun diğer bir çözümü de, anarşist devrimin yarattığı içsel çelişkiyi benimsemek ve bu çelişkinin Aristocu bir sorun yaratacağı ideolojisini reddetmektir. Diğer bir deyişle, mantığımızın çelişkilerden muaf olması gerektiğine dair safrayı atmak, bu bağnazlıktan kurtulmaktır. Kabul, kolay bir adım değildir bu. Zira, çelişkilerle döşeli bir ideolojinin inandırıcılığı olmadığı, gene bu reddedilmesi gereken ideoloji nedeniyle aslında, açıktır. Dolayısıyla, bu dogmadan kurtulunca, çelişkili sistemimizin ikna edici olamayacağı iddiası da çürüyecektir - her ne kadar bu çürütme de çelişkisiz bir ideal sistemin çerçevesinde manalı olsa da.

5.

Anarşist müdahalecilik sorunludur. Müdahale hakkımızın nerede başlayıp bittiğinin hesabını yapmak deveye hendek atlatmak gibidir. Ama, anarşist bana ne’cilik daha da sorunludur. Bırakın yesinler birbirini, diyen anarşist yaklaşım, her şeyi bildiğini düşünüp müdahale eden küstah anarşizmden daha sorunludur.

Öte yandan, tüm bu gerilim, bize “anarşist suç” kavramının var olamayacağını anlatmıyor hiç bir şekilde. Kimi insan edimleri, anarşist açıdan suçtur: tecavüz, yalan, şiddet gibi. Fakat, yine de ne olursa olsun, anarşist suçların varlığı, anarşist cezaların var olduğu ya da çok daha önemlisi var olması gerektiği anlamına asla gelmez. Anarşist suçların varlığını hele hele anarşist cezaların ifasına bahane kılmak, dilimi zor tutuyorum, politik kusurların en büyüklerindendir. Zira, aksi takdirde, vegan anarşistler, etobur sosyalistleri zindanlara tıkar, spiritüel anarşistler de dinsiz anarşistlerle yollarını ayırır, toplumcu anarşistler de Stirnerci anarşistleri linç ederdi belki.

Uzatmayayım: anarşizmde suç vardır, ama ceza yoktur.

6.

Zavallı Başbuğ’un Kemalist nutuklarını, acınası bir zihnin ürünleri olduğu her satırından belli beyanlarını görmezden gelecek kadar da hödük değilim. Burada, kendisinin içinden kan sızan nutuklarını, Kemalist doktrinin acınası argümanlarını papağan gibi tekrarlamasını bir daha örnekleyerek zamanınızı alacak değilim.

Lafın kısası şu. Bu topraklardaki antimilitarist mücadelenin karşı çıktığı militarizmin ve faşizmin en bir numaralı kişilerinden biriydi muhterem. Bu satırların yazıldığı sırada, kendisi hala hapiste ve uzunca süre hapiste kalacak gibi görünüyor.

Dolayısıyla, duygusal olarak hangimizin içinden geçmiyordur “oh olsun” demek? Fakat, ayırdında olmak gerek. Bu “oh olsun” demeci, öğretmenin kendisini kızdıran arkadaşına tokat atması sonrası sevinen küçük çocuk sevincine benzer. Politik doğruluktan uzak, kısa vadeli bir haz veren bir duygu seli olmanın ötesine geçemeyen, hatta ve hatta bana kalırsa, uzun vadede politik zarar yaratabilecek bir duygulanımdır bu.

7.

Yazdıklarımın pasifizm ya da bir varyantı olarak görülmesini istemem. Düşmanını dahi cezalandırmamak, her ne kadar pasifizmin kimi okumalarını çağrıştırıyor görünse de kimi temel farklılıklara işaret etmeliyim.

Öncelikle, cezalandırmaktan sakınmanın, kavgadan kaçınmak olmadığını görmek gerekir. Cezalandırmaktan kaçınmak, kavgada bel altı vurmamaktır. Anarşizmden dahi “üstün” ve önemli ilkeler olduğunu, insancıllık gibi, anımsamaktır. Sığ bir pragmatist zihniyetle, “anarşizm gelsin de, nasıl gelirse gelsin” dememektir.

8.

Dolayısıyla, “tüm tutsaklara özgürlük”, Başbuğ’a bile.

Kullandığımız tek çerez, anonim ziyaretçi istatistikleri içindir. Bu site hiçbir kişisel veri toplamamaktadır.

The only cookie we use is for visitor analytics. We do not collect any personal information at all.