Web Analytics
Nefret Söylemine Neden İnanmıyorum? | Can Başkent

Can Başkent

NEFRET SÖYLEMİNE NEDEN İNANMIYORUM?

CAN BAŞKENT

Klişe argümanları bir kenara bırakırsak, ‘nefret söylemi’ gerekçesiyle uygulanan sansürün, kuramsal bağlamda idam cezasından farklı olmadığını düşünüyorum. Nasıl kayıtsız şartsız ölüm cezasına karşıysak, benzer şekilde ifade özgürlüğünün önündeki ne idüğü belirsiz engelleri yıkmamız gerekiyor artık.

Öncelikle, teşbihimi biraz netleştireyim. İdam cezasına karşı olmak, simit çaldığı için hapse tıkılan 15 yaşındaki gencin idamına karşı olmak değildir - zira bu gerçekten aşikar bir şekilde karşı olunması gereken bir şey. İdam cezasına karşı olmak demek, yüzlerce insanı gözünü kırpmadan öldüren, sosyopatından gerillasına, tecavüzcüsünden manyağına, herkese verilebilecek idam cezasına karşı olmak demektir - zor olan budur. Benzer şekilde, koşulsuz ifade özgürlüğü demek, kimileri alınacak ve üzülecek diye lafı ağzımıza tıkmamak demektir. Yoksa, bu seneki buğday rekoltesi üzerine beyanda bulunmak zaten düşünce ve ifade özgürlüğünü kısıtlamayı tartışmayı gerektirmez. Nirengi noktası ‘hassas noktalar kaşındığında’ belirir. Bunların başında da din geliyor.

Bu konuda en bilinen örneklerden biri, Wall Street İşgali’nin ilk organizatörlerinden Adbusters dergisinde yıllar önce çıkan ‘Neden kimse Yahudi olduklarını söylemiyor?’ başlıklı makaledir. Antisemitizm mi, düşünce özgülüğü mü tartışmaları o yıllarda gene alevlenmişti benzer nedenlerle. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Güncel manada, elimizdeki örnek, Müslümanların bir film nedeniyle, ki eminim çoğu filmi izlememiştir bile, galeyana gelmesi ve filmi nefret söylemi gerekçesiyle sansürlemeye çalışması.

Öncelikle, bu konularda elbette önemli bir iki ayrıma işaret etmek gerekiyor.

1. Müslümanların neden alındığını anlamıyorum. Acaba, kafir addettiklerinin düşünceleri neden bu kadar umurlarında? Eğer kendi inançları, kabaca anlatayım, cehennemde yanacaklarına inandıkları kafirlerin sözleriyle sarsılacak kadar zayıfsa, inançları zaten kıl payı ayakta duruyor demektir bu. Diğer bir deyişle, ‘Aman, bana dil uzatma, üzülür ve alınırım’ diyorsan, buna saygı duyamam. İçimde sadece acıma belirir.

2. Bazı köşe yazarları, varoluşçuluğu ayaklar altına alarak, inançlar ve düşüncelerle, bunların takipçileri arasında ayrım yapıyor. Düşünceleri eleştirilebilir kılarlarken, takipçilere dokunulmazlık sunuyorlar. Bilgin Nişanyan’ın ‘Nazilik fena, ama Naziler dünya ahret kardeşimizdir’ diye özetlediği bu yaklaşımın bence asıl tehlikesi, müminlerin takip ettikleri dine dair sorumluluklarını, bu sorumluluklarına dayalı bireysel inisiyatiflerini yok saymasıdır. Bu yaklaşımın alt okuması, toplumsal nedenlerle, yetişme kültürleri nedeniyle inançlı olan bireylerin, bu saflıklarında hiç bir sorumluluğu olmadığını, dahası bundan dolayı da, bir nevi kurban oldukları için eleştirilmemeleri gerektiğidir. Diğer bir deyişle, ‘köydeki Ayşe teyze ne bilsin ateizmi, din eleştirisini, neden ona ahmak diyorsunuz’ zihniyeti, Ayşe Teyze’yi bir fert olarak ele almaz, Ayşe Teyze’nin bu işte bir sorumluluğu olduğu gerçeğini tanımaz.

Dahası, bu yaklaşım entelektüelizmi ve elitizmi yüceltir. Aydınlanmanın kütüphanelerden geçtiğini savunur. Ateizmi, entelektüellerin hobisi olarak indirger, müminliği proleterliğin emaresi olarak yüceltir. ‘Başörtülü köylü teyze’ romantizmiyle de dini ve benzeri faşizan irrasyonelliğin mikro yansımalarını hoşgören bu elitizmi hoş göremiyorum. Umuyorum ki Sartre’ın ruhu, bu ezik solcuları adam edecektir bir gün.

3. Nefret suçu olarak addedilen suçun en büyük failinin devlet ve benzeri iktidar güçleri olduğu nasıl hemen unutuluyor? Avrupa’da antisemitizmin, Türkiye’de Ermeni ve Rum karşıtlığının, ABD’de ırkçılığın kökenlerinde, acaba sırtını devlete dayayan ve pratikte de bizatihi devletin kendi eliyle yediği haltlar yok mu? Önce düşmanlıkları yaratıp, ardından da bunu nefret suçu olarak tanımlayıp ‘radikalleştirmek’ hangimize yabancı bir strateji? Şoa da, 6-7 Eylül olayları da, Sivas Katliamı da, Mes Yeghern de sanki devletlerin kışkırtması olmadan gerçekleşti? Dahası, tarih sivri dilli ve tahrikkar bir çok yazar ve düşünür gördü. Bu sivri dilli ve uç düşüncelerin kanlı eylemlere ve ayrımcılığa dönüşmesiyse iktidarın bu düşünceleri bahane ederek kimi grupları (dindarlardan, geylere, Hıristiyanlardan, Müslümanlara..) ezmesiyle gerçekleştirdi. Örneğin, Dink suikastı kendiliğinden, devlet eli değmeden mi işlendi sanıyorsunuz? Dink’in evinin önünde ‘Bir gece ansızın gelebiliriz’ diye naralar atan faşistleri hoş gören ve besleyen aynı devlet, hükümet demiyorum sadece, değil miydi? Sanıyor musunuz, bu faşistler Aytemur Kılılç ya da Nihal Atsız okuyarak, okuduklarını anlayıp, üzerine entelektüel tartışmalar yaparak bu hale geldiler?

Ya da, o halde, bu memleketteki militan faşizmin faturasını Nihal Atsız’a ya da Türkeş’in gülünç 9 Işık’ına mı keselim? Bunun ne kadar saçma olduğu ortada. Peki neden, sadece ve sadece din meselesinde bu kadar geri adım atıyoruz?

Elbette, tadını kaçıralım demiyorum. Her iki lafımızdan biri müminlere küfür olsun, zevke gelip, insanlığımızdan çıkalım demiyorum - haşa. Ancak, yeri geldiği zaman, dine ve takipçilerine dair düşüncelerimizi doğrudan, net bir şekilde ifade etmekten kaçmak da makul gelmiyor bana. Dahası, dindarlara yapılan olası zulmü de, ifade edilen, sert ya da ılımlı düşüncelere bağlamak sosyolojinin temel prensiplerini es geçmek olarak görünüyor bana. Ya da şöyle diyeyim - keşke, ağzımı bozup İslam’a sövsem de bu iş bitse, İslam ortadan kalksa... Ağzını bozmadan, bunu edeplice yapan Turan Dursunların katledilmesini bile, bu ezik solcu zihniyet neredeyse Turan Dursun’a bağlayacak. ‘Eee, üstadım, bu toplumun hassas değerleriyle oynarsan, başına bunlar gelir tabii...’ Umuyorum, halkın değerlerine saygı adıyla, nefret suçunu önleme gerekçesiyle başlatılan sansür-pever haykırışların, bu noktaya varacağı görülebiliyordur.

Öte yandan, nasıl, bir seri katille tanıştığımızda, her iki lafımızdan biri onu yermek ve eleştirmek olmamalıysa, müminlerle muhatap olduğumuzda da düşmanlık yapmak, ifade özgürlüğüne kadar gelmeye gerek yok, en temel edep ve ahlakın gereklerini terk etmek demektir. Muhaliflikle, düşmanlığı birbirine karıştırmamak önemli bir meziyettir. Yani, ateizm kindarlık, intikamcılık değildir. Bu algoritma, her muhalif harekete uygulanabilir. Otoburlar, etoburlardan intikam almaya çalışmamalı, ateistler de müminleri düşman olarak görmemelidir. Yoksa, her etuburun katil veya azmettiricisi, her müminin de dünyadaki en aptalca kitapları takip eden bir zavallı olduğunu da yazamayacaksak... Ama, bakın insanlığımızı kaybetmiyoruz - madem öldürme meraklısınız, bir demet ıspanağı sökün kökleriyle, madem bir kitabı takip edeceksiniz, ‘Suç ve Ceza’yı takip edin, çocuklarınıza da Fyodr’un karısının, amcasının adını verin.

4. Sorun açık. Sorun, dini veya politik manada taban tabana zıtlaştığınız birine, sırf bu zıtlık nedeniyle, başka konularda da zıtlık gütmenin zararlı bir davranış olduğunun net bir şekilde görülmemesidir. Bu, aslında çok aşina bir paradoks. Çoğumuz bu paradoksun tersine, yani Halo etkisine, aşinadır aslında. Örneğin, başarılı sporcuların örnek vatandaşlar olmalarını, şarkıcıların yüksek karakter temsili olmalarını ummamız, Halo etkisidir. Sesi güzel olanın, huyu da güzel olmalıdır, şeklinde özetlenecek bu önyargı, psikolojide de incelenen bir fenomendir. Ancak, bunun tersi de mümkün. Sırf Müslüman diye, bir insanın ahmak olduğunu düşünmek de bir önyargıdır.

Ancak, mantıksal olarak, ciddi ciddi samimi her Müslümanın, Kuran’ın her satırına inanan bir insanın rafine bir ahmak olması gerekir. İşte, bence zurnanın zırt dediği, ateizmin kendini yeniden canlandırabileceği nokta tam da burası.

Anlatayım. Eğer, bir Müslüman’ı, inandığı, gönlünü ve maneviyatını teslim ettiği kitaba ve geleneğe göre değerlendireceksek, ki neden değerlendirmeyelim, o insanın ahmak olması gerekir. Ama, bir kaç istisna dışında, görüyoruz ki, aslında kendine Müslüman diyen insanlar arasında, eğlenceli, bilgili, adil, dostane ve ahlaklı bir çok insan var. Tevbe-88 veya Saf-11 ayetlerini de takip etmeyip sakin bir şekilde evlerinde oturup çiçek yetiştiren bir çok Müslüman var. Peki nedir sorun?

Sorun, bence dinlerin, reelde, insanların bireyliklerini tamamen ele geçirecek kadar güçlü ‘olamadığını’, yani nadir örnekler dışında kimsenin aslında %100 Müslüman olamayacağını es geçmemizdir. Bu ateizmin en güçlü argümanlarındandır. Zira, neredeyse her Müslüman, İslam’ın önemli bir çok farzını yerine getirmez. Yerine getiremez demiyorum, kendi keyfi nedenleri nedeniyle bunları yerine getirmez. Nedenini sorduğunuzda da, kendi aklınca bir gerekçe sunar - kendi de bu işin komikliğinin farkında olarak hem de... Bu fıkıh küstahlığı, yani günde kaç kere namaz kılınacağını içkin olarak allahın kendisinden daha iyi bilebileceğini iddia eden müminlerin varlığı, ateizmin bence en önemli argümanıdır. Kısacası, ‘madem o kadar iyi Müslümansın, hiç sektirmeden bütün farzları yerine getir o zaman’. Yer mi, yemez.

Diğer bir deyişle %80 ateist olmaz, ama %80 Müslüman olur. İşin tuhafı, Müslümanların ve dindarların ezici bir çoğunluğu %50 Müslüman bile değildir. Aktif nüfusta 5 vakit namaz kılan, Kuran’ı anlayarak bir kaç kere okumuş, Kuran’daki her tavsiyeyi yerine getiren kaç kişi var? Bu soruya, mazeretlerle yanıt vermek demek, materyal hayatı, allahın ve imanın önüne koyduğunu itiraf etmektir - bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde.

Kısacası, bence tüm bu tantana, Müslümanların gerçek ve tam bir Müslüman olamadıklarını ve olamayacaklarını kendilerine itiraf edememelerinin yarattığı sancının bir ürünüdür. Elbette, bunun yüzeyinde bir çok sosyoekonomik neden var. Fakat, gene de, zerre kadar ciddiye alınmayacak saçma sapan bir adamın çektiği kötü bir filmden bile bu kadar alınıyorsa bir zümre, insan şüphelenmez mi - neden bu kadar titiz ve radikalsin inançlarının dokunulmazığı konusunda? Yoksa, inancın çok zayıf olduğu için mi?

Zira bu asimetri ateistler arasında gayet yaygın. Müslümanlar ateistlerin ya da din düşmanlarının en ufak hareketinden alınırken, bizler Müslümanların ya da kendine Müslüman diyenlerin saçmalıklarını ciddiye bile almıyoruz çoğunlukla. Bu nedenle Alparslan Kuytul ya da Adnan Oktar gibi acayip insanlar fink atıyor ortalıkta. Belki Alparslan Kuytul’u dinleyince, rencide olmuyorum ama, şaka bir yana, saçımı başımı yoluyorum. Şimdi, biraz insaf, azıcık aklı başında biri nasıl saygı duyar buna? Nasıl saygı duyar Furkancılara, Oktarcılara?

Uzatmayayım. Zira, dinlerin kutsallığının, nedense hep sadece dindarların kendileri tarafından iddia edildiğinden, ‘dine saygının’ aslında faşizan bir şekilde aba altından sopa göstermek olduğuna değinmedim bile.

Her şeyi bir kenara bırak, eğer düşüncelerimi açıklamakta sansür uygulayacaksan, bari bunu Picasso-severlerin, Dostoyevski-perverlerin, Mozart-taparların alınmaması için yaptır. Yoksa, 1400 küsür yıl önce yaşamış, uyanık bir azgın tüccar için bunu yapmaya değer mi?

Kullandığımız tek çerez, anonim ziyaretçi istatistikleri içindir. Bu site hiçbir kişisel veri toplamamaktadır.

The only cookie we use is for visitor analytics. We do not collect any personal information at all.