Web Analytics
Feminizmin Ayrımcılığa Dönüşme İhtimali | Can Başkent

Can Başkent

FEMİNİZMİN AYRIMCILIĞA DÖNÜŞME İHTİMALİ

CAN BAŞKENT

0.

Bu memlekete feminizm getirme çalışmalarım, yıllar öncesinde bizatihi feminizan eleştiriler tarafından sekteye uğratılmıştı.

Çünkü biyolojik bir fenomene dayanan bir ideolojiyi anlama çabasının biyolojiye sırt dönerek yapılamayacağını iddia etmiştim - hala iddia ediyorum. Bunun nedenleri açık. Evvela, bilim bir dogma değildir. Değişir, gelişir. Dolayısıyla ideolojik ve siyasi fikriyatımızı desteklemekte bilimsel bilgiyi kullanmak da, neden olmasın, faydalıdır, hiç olmazsa harekete dinamizm katar, meseleyi bilenlerle tartışmanızı sağlar, cehaleti alır. İktidar analizini yaparken, evrimsel verileri kullanmamak kadar saçma bir şey olabilir mi örneğin? Şiddetin ortaya çıkışını anlamak istiyorsanız antropolojiye sırtınızı dönebilir misiniz? Dahası, kadına yönelik ayrımcılığı anlamak istiyorsanız, bunun antropolojik kökenleri, nedenleri ve gerekçelerinin ne kadar biyolojik ve evrimsel olduğunu anlamazsanız, kimi nasıl ikna edebilirsiniz?

Bunun ötesinde, feminizm, belki de son 20 yıldaki zirve yıllarının verdiği şımarıklık nedeniyle, kendisi bir ayrımcılık ideolojisine dönüşmüştür. Bu, feminizmi ta baştan beri anarşizm sosuyla tüketmemiz gerektiğinin ilk nedenidir. Zira, aksi takdirde feminizmin bir iktidar mücadelesine dönüşmemesi neredeyse imkansızdır. İddiamı, hemen öne süreyim. Günümüzde, feminizm bir iktidar mücadelesine dönüşmüştür. Feminizmin bu irinden kurtulması şarttır.

1.

Son yıllarda bu mesele üzerine okuduğum en serinkanlı kitaplardan biri Güney Afrikalı filozof David Benatar’ın ‘İkinci Cinsiyetçilik’ adlı kitabı (Second Sexism, David Benatar, Wiley-Blackwell, 2012). Açıklamaya ne hacet, eserin ismi, Simon de Beauvoir’ın başyapıtı ‘İkinci Cins’e bir nazire. Kitabın temel amacı erkeklere yönelik ayrımcılığın feminizme dayalı kökenlerini ifşa etmek. Feminizm tartışmalarının sakat ve yarım yamalak yapıldığı bir toplumda Benatar’ın çalışması bir vaha.

Benatar, ilk bakışta, sırf ilginçilik olsun diye üretildiği izlenimi veren sansasyonel kitapları ve makaleleriyle bilinir olmuştu. Çocuk yapmanın çocuğun kendisine ve kendimize zarar verdiğini anlattığı eseriyle birlikte ‘İkinci Cinsiyetçilik’ ahlak ve siyaset alanına dair meraklısına eğlenceli ve kışkırtıcı bir bakış açısı sunuyor.

Bunu yaparken, önce serinkanlı bir şekilde erkeklerin bariz ve tartışılmaz bir şekilde dezavantajlı olduğu sahaları ele alıyor. Bununlar beraber, bu dezavantajların erkeklere karşı ayrımcılığa dönüşmesi sürecinde militan feminizm olarak adlandırdığı, feminizmi erkek düşmanlığı olarak gören ideolojiyi teşhir ediyor. Dahası, militan feminizmin İkinci Cinsiyetçilik yarattığını anlatıyor.

2.

Feminizm tarihine baktığımız vakit, ideolojinin en güçlü olduğu alanın siyasi ve iktisadi hak talebi olduğunu görüyorum. Seçme/seçilme hakkı, eşit işe eşit ücret hakkı, doğum/emzirme hakkı gibi sağduyulu kimsenin reddedemeyeceği hakları talep etmesi, bunu sistematik bir şekilde gerçekleştirmesi feminizmin ideolojik başarısıdır. Bu mücadele hala bitmiş değildir. Medeni memleketlerde dahi hala ‘eşit işe eşit ücret’ ülkesi tam olarak uygulanamamaktadır. Pratikte doğum/emzirme izni çoğu ülkede gerektiği şekilde uygulanamamaktadır. Benzer şekilde adet izni hala tartışılır hale gelmemiştir.

Erken feminizm yine de bu sahalarda göz kamaştırıcı bir siyaset yaratabilmiştir. Bu kuşkusuz, ayrımcılığın en azından görünür olmasını ve nisbeten azaltılmasını sağlamıştır.

Fakat, feminizm bundan sonra saçmalamıştır. Özellikle ikinci-dalga feminizm olarak da adlandırılan, militan feminizm şeklinde tezahür ettiği için çoğumuza biçimsel olarak çekici ve hatta romantik gelen feminizm varyasyonlarının siyasi olarak ciddiye alınır tarafı yoktur. İşin acısı, feminizmin siyasi bir mücadeleden çıkıp erkek nefretine dönüşmesi de bu yıllarda başlar.

3.

Benatar, çalışmasında erkeklerin bariz bir şekilde dezavantajlı olduğu alanları teker teker izah eder. Bunların başında da askerlik ve savaş gelmektedir.

Benatar, konuyu tartışırken Hillary Clinton’dan bir alıntı yapar. Clinton, 1998’te yaptığı bir konuşmada “kadınların savaşın her zaman birincil kurbanı” olduğuna söyler ve ekler: zira “kadınlar savaşlarda kocalarını, babalarını ve oğullarını kaybetmektedir”. Kuşkusuz, kadınların savaşlarda sevdiklerini kaybetmesi acıdır. Ancak, söz konusu savaşlarda ölen kocalar, babalar ve oğullar, bizzat öldükleri için asıl kurbanlar değil midirler? (Lütfen, burada ölmenin acı değil kurtuluş olduğuna dair metafizik tartışmalara girmeyelim.) Bu ve benzeri retorikler, erkeklere yönelik ayrımcılığın perçinlenmesine hizmet etmektedir.

Erkeklerin, bu sahada açık bir dezavantajda olduğu hepimize açıktır. Bu memlekette her oğlan çocugu, aklı ermeye başladığı günden beri askerlik belasını (sünnet belasıyla birlikte) aklının bir köşesinde tutar. Kimi bunu sahte bir kahramanlıkla örtbas etmeye çalışır, kimi saklamadan ağlar, kimiyse bizzat canını verir. Kuşkusuz, askerlik cinsiyetçi bir şekilde erkeklere dezavantaj sağlar. Peki bunun çözümü nedir? Bu meseledeki cinsiyetçi meselenin çözümü, eğer antimilitarist değilseniz ve ‘vatan müdafaasını’ kutsal bir görev addediyorsanız, kadınlarla erkeklerin omuz omuza savaşmasını sağlamaktır. Bu sadece ordunun halihazırdaki erkek yurdu hormanalliğiyle, gey fantezisi arasında gidip gelen konumunu sarsacak, belki de ordunun ve askerliğin daha düzgün bir kurum haline gelmesini sağlayacaktır. En azından bazı düşünürlere göre.

Benatar, bunu tartışırken, erkeklerin hormonal nedenlerle askerlik gibi şiddet içeren görevlerde daha başarılı olduğuna dair “biyolojik” argümanı da ele alıyor. Zira, bu argüman biyolojik temelli bir ayrımcılığın gerekçelendirilmesinde kullanılagelmiştir.

Bu manada, kadınların askere alınmaya gönüllü olmalarına yönelik feminist kampanyaları, Türkiye gibi kadınların askere gitme mecburiyetinin olmadığı memleketlerde, kadınların vicdani retlerini açıklamaları (ki bu mesele üzerine çok yazmışlığım vardır) gibi, bana sorarsanız aciliyet gerektiren meseleleri yeniden düşünmemiz açısından, Benatar’ın ufuk açıcı olduğunu düşünüyorum.

4.

Benatar’ın tartışıtığı ikinci erkek ayrımcılığıysa şiddettir. Cinsel taciz/tecavüz ve aile içi şiddet gibi genelde erkek kökenli şiddet dışındaki tüm şiddet sınıflandırılmalarında, erkekler şiddetin kaybedenidir. Hatta, Benatar’a göre, birçok araştırma, kadınların kocalarına, en az kocaların kadınlara uyguladığı kadar şiddet uyguladığını da göstermektedir (http://www.csulb.edu/~mfiebert/assault.htm). Bu, amiyane tabirle, erkeğin kadına el kaldırmaması sayesinde kadından dayak yemesi olarak adlandırılan vakadır. Kuşkusuz bu çalışmaların, kültür ve din değişkenlerini ne kadar dikkate aldığı ayrı bir yazının konusudur.

Bu manada, hem saldırgan erkeklerin, hem de saldırgan kadınların uyguladıkları şiddet ele alındığında, her ikisinin hedefi de çoğunlukla erkeklerdir. Birçok istatistiki veriye göre erkekler iki ila üç kat daha fazla riske sahiptir şiddete ve saldırıya maruz kalmada. Bu, Benatar’a göre erkeklerin toplumsal hayatta maruz kaldığı diğer bir dezavantajdır. Yazarın verdiği kışkırtıcı örneğe göre, Kosova savaşında, kadınlar elbette tecavüz vakalarının kurbanları olmuşlarsa da, kat kat fazla sayıda erkek savaş esnasında öldürülmüş ve işkenceye maruz kalmıştır. Bu gerçek yok sayılmamalıdır.

Benzer şekilde, idam cezasından, okullarda öğrencilerin öğretmenlerden dayak yemesine erkekler hep dezavantajdadır. Unutmak zor, örneğin, bizim ilkokulda, konuşanlar tahtaya yazılır, cuma son derste bunların hepsi tahtaya kaldırılırdı. Öğretmen önce hepimize güzelce bir nutuk çeker, sonra kızları yerine oturtur, kalan biz erkekleri de güzelce döverdi. Lisede dayak yerini küfre bıraktı. Kızlara laf edilmez, bizlere komiklik derecesine varan küfürler edilirdi.

5.

İşler elbette, cinsel şiddete gelince daha da vahim bir hal alıyor. Kuşkusuz, kadına yönelik şiddetin mazur görülür, görmezden gelinir yanı yok. Ancak, bu gerçek, erkeğe yönelik cinsel şiddetin yok sayılması anlamına gelmemeli. Taciz ve tecavüze uğrayan erkekler, sadece cinsiyetçi değil aynı zamanda heteronormatif bir şiddete ve yok saymaya da maruz kalmaktadır. Bu ayrımcılıktır. Mesele, bu ayrımcılığın kökenleriyle, yanlış okunan feminizm uygulamaları arasındaki bağı çözebilmektir.

Bu cinsel şiddetin bizim kültürlerdeki en yaygın ve aşağılık uygulaması sünnettir. Hatta, batı memleketlerinde ve İsrail’de sünnet bilindiği gibi yenidoğan (neonatal) dönemde gerçekleştirilir (ABD’de sünnet oranı %55, Kanada’da %30 civarındadır ve bunların çoğu dinsel olmayan yenidoğan sünnetidir). Kadın sünnetinin vehameti nedeniyle, sadece kadın sünnetine karşı çıkmak bu nedenle tuhaf bir çifte standarttır (Bu meseleye daha önce defalarca değinmiştim http://canbaskent.net/politika/72.html). Kaldı ki, erkek sünnetini saran ‘tıbbı fayda’ argümanı da çok dar zeminde yapılan bilimsel araştırmalara dayanmaktadır. Daha dikkatli incelendiğinde bu araştırma bulgularının, AIDS’e karşı aspirin öneren sarkastik öneriden felsefi olarak farkı yoktur (Aspirini cinsel birleşme öncesi dizlerinizin arasına koyun, böylece hayatınız boyunca AIDS’e ve tüm diğer zührevi hastalıklara karşı korunursunuz!). Zira, AIDS kan yoluyla bulaşmaktadır, yani zührevi/deri yoluyla, derideki çatlaklardan bulaşan bir hastalıktır. Eh, cinsel birleşmeye dahil deri miktarını azalttığınız vakit, AIDS’e (ve HPV’ye ve HSV-2’ye) karşı korunmanız da mümkündür. Bakınız, tıbbın 2010’larda ulaştığı zirveye!

Bu argümanın, tıbbı gerekçeyle ciddiye alınır tarafı yok. Kuşkusuz, halk sağlığı açısından, AIDS’in vehameti belki bu tip hamleleri gerekçelendirir görünüyor. Ancak, hatırlayalım, 1980’lerde benzer şekilde AIDS, eşcinsel karalama hastalığına dönüşmüştü. Allah korusun, sünnet de cinsel hastalıklara dair dogmatik bir korunma şekline dönüşürse, çocuklarımızın geleceği (ruhen ve cinsel olarak) ciddi tehlikededir demektir.

6.

Benatar’ın değindiği, erkeklerin dezavantajlı olduğu diğer bir ilginç saha, hamileliktir. Kürtaj meselesinde, kadının kararının erkeğinkine baskın olması, erkeğin çocuğunun biyolojik olarak babası olup olmadığını kesin bir şekilde (DNA testi veya çekinik gen takibi dışında) bilme şekli olmaması ciddi birer mesele olarak belirmektedir. Dahası, kadınlar hemen her ülkede, erkeklerden daha uzun süre doğum izni almaktadır.

Bu meseleleri analiz ederken çok dikkatli olmak lazımdır. Elbette, örneğin, kürtaj meselesinde, kadının erkek tarafından domine edilmesi değildir Benatar’ın öne sürdüğü. Mesele, kadının kürtaj istediği, erkeğinse istemediği, tecavüz vs dışı ‘kaza’ hallerinde ciddileşmektedir. Hala, kürtajın cinayet olup olmadığı gibi, artık genel geçer literatürde bayatlamış meseleleri bile çözemeyen politikacıların egemen olduğu bir ülkede, elbette kürtajın erkeğin babalık haklarını nerede ve nereye dek ihlal ettiği tartışması gündeme gelemeyecektir.

Erkeklerin maruz kaldığı cinsel dezavantajlardan biri, Benatar’a göre eşcinselliktir. Erkek eşcinselliğin maruz kaldığı şiddet, hor görme ve ayrımcılığın çoğu kadın eşcinsellere birçok toplumda uygulanmaz. Erkek eşcinseller, kadın eşcinsellere göre nefret suçlarına kat be kat daha fazla maruz kalmaktadır. Bu, erkeklerin dezavantajda olduğu diğer bir sahadır.

Benzer şekilde, vücut mahremiyetinde de erkekler dezavantajdadır. Benatar’a göre, erkek tuvaletlerinin ve pisuvarların konumu ve tasarımı da bunu desteklemektedir - erkekler topluca işerken, kadınlar gizlice işerler, halbuki eski Roma’da kadınlar da topluca, arada bir bariyer/pano olmadan topluca işerdi. Bazı batı memleketlerinde, erkeklerin erkekler tarafından vücut aramasına maruz bırakılmasına dair bir yasal zorunluluk da yoktur. Ancak, kadınlar sadece kadınlar tarafından aranabilmektedir. Dolayısıyla, erkeklerin beden mahremiyeti, kadınlara göre toplumsal ve yasal olarak çok daha az korunmaktadır.

7.

Benatar’ın argümanlarını ikna edici ve istatistiki verilere dayandığı için ikna edici buluyorum. Ancak, elbette meseleyi tersten okumamak lazım. Tüm bu argümanlar, her erkeğin, her zaman bu ayrımcılığa mazur kaldığı anlamına gelmemektedir. Dahası, tüm bu yok sayılan ve göz ardı edilen ayrımcılıklar, kadınların da tam da bu sahlarda da, farklı gerekçelerle ayrımcılığa maruz kalmadığı anlamına gelmemektedir.

Nisbeten elit olarak bile nitelenebilecek akademide dahi erkeklere karşı ayrımcılığa rastlanabilmektedir. Örneğin, 7-8 yıl kadar önce, Hollanda’daki Groningen Üniversitesi, kadın akademisyen sayısını arttırmak için, sadece kadınların başvurabileceği kürsüler oluşturdu. Ancak, birkaç yıl sonra, Groningen Üniversitesi öğrenci birliği, akademik liyakat ilkesini ihlal ettiği ve haksız ayrımcılık yarattığı için üniversiteyi dava etti. Ve kazandı. Sonrasında, şimdiye dek bu kürsüye hak kazananların hakkı baki kalmak şartıyla, bu kürsü kaldırıldı. Benzer şekilde Google’ın da sadece kadın bilgisayar bilimcilerin başvurabileceği çeşitli ödülleri bulunmaktadır. Hatta, Münih üniversitesi bu sene sadece kadın öğrencilere yönelik yaz okulu (http://www.mathsummer2014.philosophie.uni-muenchen.de/index.html) da düzenlemiştir. Bu ve benzeri uygulamaların, meselenin temelindeki nedensellik ilkesini tamamen tersten okuduğunu düşünüyorum. Hele, kendilerine akıllı diyen akademisyenlerin dahi bu nedensellik ilkesini okuyamamasını da ben, akademinin çöküşünün ibarelerinden biri olarak görüyorum.

Öte yandan, Benatar’ın argümanları önemsiz ya da minimal da bulunabilir. Bu, ciddi bir sorundur. Bu yok saymanın militan feminizmle ve onun yarattığı hastalıklı feminizm algısıyla bağı olduğu açık.

Mesele, güçlenen feminizmin bir iktidar odağı haline gelmesidir. Dikkat edilirse, Benatar’ın ele aldığı örneklere ve alanlara değinirken, bunları sadece tartışmaya açmakla yetindim. Örneğin, erkeklere askerlik zorunluluğuna karşı çıkan antimilitarist hareketin, birçok batı ülkesinde olduğu gibi, kadınlara da askerlik zorunluluğu için mücadele edip etmemesi ya da erkek sünnetiye kadın sünnetinin aynı algı ve dışlanma statüsüne terfisi gibi uzun tartışmalara vesile olabilecek konulara derinlemesine değinmemeye özen gösterdim.

Zira, tüm bu örnekleri ve vakaları birleştiren bir kavramsal çerçeve olduğuna inanıyorum. Bu da, ayrımcılığa karşı mücadele alanı olarak kendini şekillendiren ve tanımlayan hareketlerin, ipin ucunu kaçırabilmeleri ve de bizatihi kendilerinin ayrımcılık sahası haline gelebilmesidir.

Diyeceksiniz ki, Benatar’ın argümanları, feminizmin temel kazanımlarını bile elde edemediği toplumumuzda çok bir geçerliliği yok. Diyeceksiniz ki, feminizm bırakın bir güç odağı haline gelmeyi, toplumun yatayına bile ciddi bir şekilde yayılamadı. Haliyle, erkeklere yönelik ayrımcılık için “şartlar uygun değil henüz”. Diyeceksiniz ki, erkeklerin ikinci cinsiyetçiliğe direnme şansları, kadınlarınkinden çok daha fazla olduğundan, erkekler maktülleştirilmemelidir.

Ben bu karşı-tezin tamamen yanlış olduğuna inanıyorum. Sözünü ettiğim erkek ayrımcılığının öznelerinden biri elbette erkek kültürdür. Nasıl, (geleneksel erkek kültür tarafından şekillendirilmiş) geleneksel kadın kültür, kadına yönelik ayrımcılığı ve cinsiyetçiliği kimi zaman gerekçelendiriyorsa, benzer şekilde geleneksel erkek kültür, erkeğe yönelik ayrımcılığında zeminini oluşturuyor (http://canbaskent.net/cinsellik/26.html). Dolayısıyla, cinsiyetler ve cinsel kimlikler ötesi bir birleştiren söz konusu.

8.

Bağlayalım. Erkeklere yönelik ‘İkinci Cinsiyetçiliğin’ benim görebildiğim iki büyük mazereti var.

Biri, siyasete dair algımızı şekillendiren öncelik ve aciliyet meselesi. İkincisi de, şirazesinden çıkmış feminizme dair sol cenahın beslediği romantik sempati.

Öncelik meselesi, veganizm politikası dahil türlü türlü siyasi harekette bir duvar gibi karşımıza çıkıyor. Ezilenlerin mücadelesinin ortak bir bileşeni ve hedefi olabileceğini unutan, dahası bunu, kim bilir neden, türlü türlü kişisel çıkar ve keyfi aciliyet önceliği uğruna yok sayma lüksünü kendinde görecek kadar küstahlaşan ve kendini tanımlayan mücadelecilikten korkakça kaçıp bunu aptalca mazeretlere devşiren işte bu zihniyetin teşhirinin elzem olduğuna hep inanmışımdır. Otoriteye karşı mücadelede dahi otoriterlik yapmakta beis görmeyen bu sapkınlığın sadece ifşası ve reddiyesi değil, tahliyesi de bilfiil bir “örgüt içi” mücadeledir.

Benzer şekilde, bittamam aynı küstahlığın, ezdiği kadınların azıcık “tırmalamalarına” karşı beslediği üstten bakan sempati de, yarattığı tiksintiyle, siyasi kusurlarını örtbas etmeyi başarabilmiştir. Bu tiksintinin alt okuması, feminist mücadelenin erkeklerin “himayesinde” ve “sayesinde” ve hatta “hoşgörüsüyle” geliştiği imasıdır. Haliyle, tırmıklamanın kuvveti arttıkça, şirazesinden çıkan feminizme yönelik hoşgörü de artar - zira otoriter ideoloji, bir yerden sonra kendi yarattığı bu vahşi ideolojiye aşık olmayı da bilir.

Özgürlükçü bir perspektiften bakıldığında, pozitif ayrımcılık ve kota uygulamaları dahil birçok pratik çözüm, meselenin müsebbibiyle meşgul olmaktansa, sonucuyla ilgilenmekte, bunu da siyaseten kusurlu bir şekilde yapmaktadır. Erkeklerin hepsini ayrımcılıkla suçlamak ne kadar mantıklıysa, kadınların hepsini maktül ve kurban ilan etmek de bir o kadar kusurludur. Hatta, bu kadınlara karşı ikinci dereceden bir ayrımcılıktır zira bu tavır, kadın bireylerin ilave bir itki ve destek görmeden, ki bu desteğe karar veren de erkekler ve erkek zihniyettir genelde, başarılı olamayacağı önkabülüne sahiptir. Bunun kabul edilir olmadığını düşünüyorum.

Diyeceksiniz ki, pozitif ayrımcılığın uygulandığı durumlarda elde edilen istatistiki veriler, şans tanındığında kadınların oldukça başarılı olduğunu ve toplumumuzdaki refahı ve dengeyi çok güzel sağlayabildiğini göstermektedir.

Kuşkusuz, bu bir gerçek. Ancak bu, pozitif ayrımcılığın kısa vadeli bir çözüm olduğunun ve erkek egemenliği daha da pekiştirdiğinin bizatihi ispatıdır. Zaten, konu, kadınların toplumdaki temsilinin azaltılması değil, tersine, bu mücadelenin intikamcı ya da iktidarperver bir şekilde yapılmasını engellemektir. Mücadelenin de adil ve hakkaniyetçi şekilde ifa edilmesini sağlamaktır.

Kısacası, mesele, feminizmin, zamanında mücadele ettiği düşmanına dönüşmesini engellemektir.

Kullandığımız tek çerez, anonim ziyaretçi istatistikleri içindir. Bu site hiçbir kişisel veri toplamamaktadır.

The only cookie we use is for visitor analytics. We do not collect any personal information at all.